Muharrem Apartmanı-Mücahitlik ve İlk Nöbet
Muharrem Apartmanı-Mücahitlik ve İlk Nöbet
ÇOCUK GÖZÜMDE KIBRIS VE ANILAR -15-
Erdinç Gündüz
- Hade baylar.. galkın bakalım...Saat oniki buçuk....
Sanki rüya görüyormuş gibiyim. Birileri sesleniyor rüyamda....
- Beyler galgma vakdi geldi.. Uyanın...
Şikayetçi iniltiler çıkıyor sağdan soldan... “Kim bu uykumu bölmeye çalışan patavatsız?” dercesine. Çok da ısrarlı...
- Hade bakalım.... Nöbet vakti geldi....
Kolumdaki saate bakıyorum... Gerçekten de saat oniki buçuktu. Ne zaman uyumuştum ki?
Bir veya iki saat önce, uyarılar üzerine, elbiselerimle uzandığım yatağın içinde gözlerimi zorla kapattığımı, uyumaya çalıştığımı hatırlıyorum sonra. Demek ki sonunda dalıp gitmiştim.
Uykulu, yorgun ve bezgin biraz da azarlar gibi bir ses geliyor bir yerlerden.
- Daha galgmadınız ama? Hade bakalım ayağa...
İLK NÖBET
Başımı hafifçe kaldırıyorum. Sesin sahibini ve geldiği yönü keşfetmeye çalışıyorum merakla. Okula geç kalmamam için annem değildi beni uyandırmaya çalışan. Babam da değildi. Kimdi acaba? Burası benim yatak odam da değildi üstelik...
Sonra aniden kendime geliyorum. Köşklüçiftlik’teki Muharrem Apartmanı’nın bilmem kaçıncı katında, bir koğuştaydım. 15-16 metre karelik, loş bir odada. Camp-Bed denen, sedye gibi portatif yataklar var çepeçevre. Ve ben de bunlardan birindeydim.
Artık ben de bir “Mücahit”tim. Şimdi de “ilk” nöbetime kaldırıyordu birileri. 01.00-04.00 nöbetine... Saat da gerçekten oniki buçuktu...
Yavaş yavaş doğruluyorum. Benimle beraber sıcak yataklarından çıkmaya, doğrulmaya, neler olduğunu anlamaya çalışan üç beş kişi daha var. Ayakkabılarımı bağlıyorum önce. Sonra, yatırken, uyumak için çırpınırken darmadağın ettiğim üzerimdeki elbiselerimi düzeltmeye çalışıyorum. Kalın bir hırka geçiriyorum üzerime. Tam bu sırada bir gölge uzanıyor kapıdan :
- Herkes dışarıya...
Odadan çıkıp sessizce yürüyoruz ardarda... Geniş holde 5-6 kişi daha var. Yanyana dizilmiş. Bekliyorlar. Yumuşak ama otoriter bir ses....
- Siz de şuraya sıralanın
Az sonra neler olacağını bilmez bir şekilde, tek sıra halinde diziliyoruz.
Daha sonraları Takım Komutanı olduğunu öğreneceğim birisi var karşımızda. Elindeki listeden isimler okumaya başlıyor..
- Ahmet, Kapı... Celal, 1 numara... İbrahim, 2 numara... Kemal, 3 numara... Recep, 4 numara..... Bu akşam her birinizin yanına birer de acemi veriyorum. Çocuklara göz kulak olun...
İsimlerini okudukları öne doğru birer adım atıyorlar. Takım Komutanı bize dönüyor....
- Şimdi ismini okuduklarım öne çıkacaklar... Hasan, Ahmet’le Kapı’ya... Süleyman, Celal ile 1 numaraya...... İbrahim, Hasan’la 2 numaraya... Kemal, Süleyman’la 3 numaraya... Recep, Erdinç’le 4 numaraya...
Elindeki liste tamamlanıyor sonunda.
Ben de, Recep’le 4 numaraya gidecekmişim... Kim bu Recep?... 4 numara da ne?
ÖLDÜREN SİYAH DEMİRLER
‘Eskiler’ karşımızda duruyorlar.. Onlara doğru yürüyoruz. Onlar da bize doğru harekete geçiyorlar. Eskiler ve yeniler... Kimin kim olduğunu anlamaya çalışıyor her iki taraf da. Ve sonunda herkes birbirini buluyor. Eskiler, oğullarını ilk kez okula götüren ‘babalar’ gibi sanki. Neredeyse uzanıp ellerimizden tutacaklar. Onlar biraz daha sakin gibi. Biz yeniler ise şaşkın, ürkek ve ne yapacağını bilmez haldeyiz. Elimizi tutmalarını bekliyor gibiyiz biz de aslında. Ama öyle olmuyor. Çünkü her birimize birer silah uzatılıyor şarjürleriyle birlikte... Arkadaşlarıma bakıyorum. Çoğunun bir silaha ilk kez bu kadar yakın olduğu öylesine belli ki...
Benim payıma bir “sten” düşüyor. Bu kapkara, öldürücü demir parçasına bakıyorum çaktırmadan. Ne kadar da soğuk bir demir.... Üstelik zannettiğimden daha ağır... Kırk yıllık dostummuş gibi sarılıyorum ona.