1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Müne’nin Sade Güncesi...
Müne’nin Sade Güncesi...

Müne’nin Sade Güncesi...

Müne’nin Sade Güncesi...

A+A-


Münevver Özgür Özersay
[email protected]

Eve geliyorum. Elinde bir kitap veya gazete koltukta oturmuş okuyorsun. Veya kulaklarında kulaklık Rumca öğreniyorsun. Veya Shakespeare’den bir eser dinliyorsun. Veya haberleri... Evde, bahçede, yolda, sürekli radyo dinliyorsun... Radyo sürekli konuşuyor. Televizyon sürekli konuşuyor. Türkçe konuşuyor. İngilizce konuşuyor. Rumca konuşuyor. Konuşulanları dinliyorsun. Dinledikçe sen de konuşuyorsun... Yazılanları okuyorsun. Okudukça yazıyorsun. Yazdıkça okuyorsun.

Sözcükler, sözcükler, sözcükler... Arılar gibi vızıldayan; evimizi dolduran sözcükler...

Eve her gelişimde, şaşkınlıkla bakakalıyorum. Odalarımızın içi giddikçe sayısı artan sözcüklerle (arılarla) uğulduyor. Öğlen yemeği. Bizim evde “haber dinleme” saati. Hoparlörlerden koşar adım çıkan heyecanlı sözler, kızgın sözler, haberler, demeçler etrafa savrulup, gerçek bir arı ordusu gibi itiş kakış her yeri dolduruyor. Sözler çoğaldıkça bir yumak (koloni) oluşturuyorlar. Uğultu arttıkça biz susuyoruz. Uğultu. Önemli haberler söylüyor radyo. Kulak kesiliyoruz. Sessiz yemeğimizi yiyoruz. Bazen önemli haberlerin yanında önemli misafirlerimiz de oluyor. Babamın misafirleri. Önemli misafirle, önemli konular konuşuluyor.  Annem sadece dikkatle dinliyor. İngilizce konuşan misafirler gelmişse annem iki dilde susuyor, bir dilde dinliyor. Biz çocuklar hep susuyoruz. Önemli konuların önemli sözcüklerini mutfağımız iyice duysun diye yemek masamız, sandalyelerimiz, tabaklarımız ve hatta çatal ve bıçaklarımız bile susuyor.

Çoğu kez konuşulanları anlamıyorum. (İlk)okulda bize ezberletilen ve anlamadığımız eski türkçe dualar gibi sofra sohbetlerimiz. Emperyalizm, memperyalizim... Uğuldayan arılar, arılar... Gizli bir kovanda saklı bir tarikat üyesi gibi arılar... Kapitalistler, işçiler, emekçiler... Cumhuriyetçi ne demek? Toplumcu ne demek? Solcu ne demek? Niye babama vatan haini diyorlar? Sömürenler kimler? Sömürülenler kimler? Ben bunların neresindeyim? Kapitalist mi, işçi miyim? Çocuklar hangi sınıfa ait?

Anne sen bunların neresindesin?

Eve geliyorum. Elinde şişler ve ipler örgü örüyorsun. Elinde yün örgün koltuğun üstünde oturuyorsun. Veya tığ işi işliyorsun. Orada öylece sürekli elinde bir iş, işleyerek oturuyorsun. Kemoterapi sonrası ellerin ayakların ağrıyor. Bileklerin ağrıyor. Birşey demiyorsun. Televizyon konuşuyor. Televizyon sürekli konuşuyor. Konuşulanları dinliyor musun Anne? Yoksa sessizliğini örtmek için mi bağırıyor televizyonun sesi? Örtüyorsun. Anne, örtüyorsun! Örtmek istiyorsun! Sürekli örtüler örüyorsun!

Habire örüyorsun!

Eve geliyorum. Ocak başında birşeyler pişiriyorsun. Sırtın dönük, uğraşıyorsun. Hem yemekle hem de benimle uğraşıyorsun: “Yine kanın düşmüş senin. Suratın sapsarı. Kendine iyi bakmıyorsun.” Tencerede yemek fıkırdıyor. Sıcacık duman yükseliyor, sarıyor mutfağın duvarlarını. Babam yok. Arılar yok. Kalabalık yalnızlık yok. Uğultulu sessizlik yok. Eve geliyorum. Mutfak teknesinin önünde bulaşık yıkıyorsun. Soğuk sular şırıl şırıl ellerinden akıyor. Tabaklar şıngırdıyor. Arkan dönük kızıyorsun: “Kapalı kutu gibisin, hiçbir şey anlatmıyorsun!” diyorsun. Evet doğru. Çok haklısın. Gerçekten de hiçbir şey anlatmıyorum.
Bir gölge gibi süzülüp kapının altından kaçıyorum.

Sonra, oturuyor, sessizce yemek yiyoruz. Radyo haberleri yok. Misafir yok... Teyzemler çağırıyor, kahveye gidiyoruz.  Bir gün, tüm iplikler ilmekler bitiyor, örgüler örülüyor, yemekler pişip bulaşıklar yıkanıyor. Sen de bitiyorsun. Güneydeyiz. Hastahanedeyiz. Her tarafın kanser, her tarafın sustuğun kelimeler... Doktorlar geliyor. “Annenizi alıp, evine, ailesine yakın biryere götürebilirsiniz” diyorlar. “Ona artık bir yardımımız dokunamaz bizim”. Sessizliğe inat bir hıçkırık, dayanamayıp fırlamak istiyor boğazımdan. Bırakmıyorsun. “Şşşşşşştttt!!! Sus!!!” diyorsun. Susuyorum. Susuyoruz. Ambulans geliyor. Çığlıklar atarak ilerliyor sokaklarda. Çığlıklar atarak sınırı geçiyoruz. Kendi sınırlarımızı geçemiyoruz.

Salonda oturuyorum. Kucağımda dizüstü bilgisayarım, küçük kızım etrafta bağıra çağıra şarkı söylüyor, dans ediyor. Sonra bir heyecan koşa koşa yanıma geliyor. Bilgisayarı kendinden emin bir edayla işaret edip emrediyor. “Anne”, diyor. “Bunu yana koyup lütfen hemen beni kucağına al!” Yüzünde melankoliden, sessizlikten yana hiç işaret yok. Tüm cıvıltısı ve neşesiyle kucağımı doldurup, bana bıdı bıdı birşeyler anlatmaya koyuluyor...

Evde oturuyorum. Kulaklıklar kulağımda, Fazıl Say’ın Nazım Oratoryo’sunu dinliyorum. Hayalimde, annemle babamın benimle toplum dedikleri şeyin arasına koydukları dikenlli tellere asıyorum tüm günahlarımı. Gözyaşlarım halen annemi dinleyerek gözlerimin ucunda saklanıyorlar. Ve halen babamı dinleyerek susuyorum. Büyük kızım giriyor kapıdan içeriye. Dönüp yüzüne bakıyorum. Kapalı bir kutu sanki. Hiç konuşmuyor. Hiçbir şey anlatmıyor. Yüzü sapsarı ve kendine hiç bakmıyor... “Ne yapıyorsun?” diye soruyor. “Hiç...” diyorum. Yanımdaki koltuğa tünüyor. Elindeki cep telefonunda birşeyler kurcalıyor... Bir süre öylece takılıyoruz.
Sonra arkasını dönüp sessiz bir gölge gibi kapının altından süzülüp odasına gidiyor...

Bu haber toplam 2379 defa okunmuştur
Gaile 257. Sayısı

Gaile 257. Sayısı