Mutluluğu Nerede Aramalı?
Yeni bir yıla giriyoruz. Pek “yeni” olduğu söylenemez ya... Geçen yıl kaleme aldığım “yılbaşı” yazısında şöyle diyordum: “Yanı başımızdaki vahşeti 2024 yılına da taşımaya kararlı adamların karşısına dikilmeden yeni yıl “yeni” olamayacak. Netanyahu’nun sürdürdüğü bu korkunç savaşa dur diyemezsek, yeni bir yıla girmiş olmayacağız. Irkçılığın yükselmesi, mültecilerin sınır kapılarından kovulması, işsizler ordusunun büyümesi, etnik çatışmaların yaygınlaşması, insan haklarının yok sayılması, milliyetçiliğin azması karşısında yeni başlangıçlar yapamazsak, yeni bir yıla girmiş sayılmayız.”
Gerçekten de 2024 bu anlamda “yeni” bir yıl olmadı. Savaşlar devam etti. Aşırı ve popülist sağın güçlenmesi durmadı. Trump yeniden başkan seçildi ve dünyanın pek çok yerinde koltuklara yapışmış vizyondan ve vicdandan yoksun adamlar işbaşında kalmaya devam ediyorlar.
Her şeye rağmen veya belki tam da bu yüzden bu “yeni yıl” yazımda mutluluk konusunu ele almak istiyorum. Nede olmasa insanlığın en temel meselesidir mutluluk. Kim mutlu olmak istemez ki! Fakat her ne kadar Amerika Birleşik Devletleri anayasasında mutluluk peşinde koşmanın bir “hak” olduğundan bahsedilse de, bu hak ne Amerika’da ne de insanlığın genelinde eşit olarak dağıtılmıştır. Bir yanda açlık ve yokluk içinde mutluluktan uzak yaşayan milyonlarca insan varken, diğer yanda tüketim toplumlarında mutluluk yollarında kaybolmuş milyonlar var. Yazımın ana konusu esas itibarıyla, bizim de içinde yer aldığımız bu toplumlardır.
Bu tür tüketim toplumlarında genellikle ekonomik durum ile mutluluk arasında doğrudan bir ilişki kurulur. Ekonomik refah mutluluğun kaynağı olarak görülür. Her ne kadar “parayla saadet olmaz” türünden bilgece deyişlerimiz olsa da, “param olsun, ben ne yapacağımı bilirim” türünden ironik kurnazlıklar ağır basıyor.
Sadece bireyler değil, devletler de mutluluğu parada arıyorlar. Bir ülkenin Milli Gelirinin artışı ile mutluluğun artışı arasında paralellik kuruluyor. Oysa sosyal bilimcilerin çalışmaları Milli Gelir artışının otomatik olarak “mutluluk artışı” anlamına gelmediğini gösteriyor. Kişi başına gelirin 20-30 bin dolar arasında değişen ülkelerde yaşayan insanlarla 10 bin doların altında bir gelirle yaşamak zorunda kalan insanlar arasında büyük bir “mutluluk farkı” olduğu söylenemez.
Bundan uzun yıllar önce, 1968 yılında, Robert Kennedy seçim kampanyası esnasında Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) rakamlarındaki artışın yaşam kalitesine dair hiçbir şey ifade etmediğini dile getirerek, GSMH hesaplarında “yaşamı yaşanır kılan” pek çok unsurun dikkate alınmadığını söylemişti.
Kennedy, çocuklarımızın sağlık durumunu, eğitimin ve oyunlarımızın kalitesini, şiirlerimizin güzelliğini, evliliğimizin sağlamlılığını, siyasi tartışmaların kalite bakımından evrimini, siyasi temsilcilerimizin kişilik yapılarını, cesaretimizi, bilgeliğimizi, kültürümüzü, yurdumuza olan bağlılığımızı, bütün bunlara -ki yaşamı yaşanır kılan bunlardır- GSMH hesaplarında yer verilmediğinden yakınıyordu. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın yaşam kalitesini yukarıda saydığımız özelliklerde arayan siyasetçilerin olmayışı bir yana, her gün ekonomik rakamları tekrar etmekten hoşlanan ve GSMH’deki büyümeyle övünen siyasetçi modası her zamankinden daha yaygın hale geldi.
Sadece siyasetçiler değil, bireylerin çoğu da mutluluğu gelir artışı ve tüketimde arıyor. Oysa bazı gözlemciler insanın mutluluğu için gerekli olan bazı “ürünlerin” dükkanlarda bulunamayacağını ve parayla satın alınamayacağını belirtiyorlar. Dünyanın en tanınmış sosyologlarından ve düşünürlerinden biri olan Zygmunt Bauman paramız ne kadar olursa olsun, alış-veriş merkezlerinde “sevgi ve dostluk” alamayacağımızdan söz ediyor. Bauman, “esaslı yaptığımız bir işin yarattığı öz-beğeniyi, zor durumda olan bir komşumuza yardım etmenin keyfini, sevdiklerimize özenmekten alacağımız tatmini, düşüp kalktığımız insanları takdir etmenin, onlara sempati ve saygı duymanın mutluluğunu alış-veriş merkezlerinde bulamayız” diyor.
Böyle olduğu halde, tüketim saplantısından kurtulamıyoruz. En vahimi de, siyaset sahnesini bir alış-veriş merkezi gibi görüp oralarda ucuza mal/oy almaya çalışan siyaset erbabıdır. Yabancılaşmanın doruk noktasını oluşturan bu yaygın eğilim, bütün değerleri çarpıtıyor ve insanları bireysel hırslara hizmet eden araçlara dönüştürüyor.
Bauman, alış-veriş merkezlerinde “bulunmayan ürünleri” sıralarken dikkatlerimizi başka bir yöne çevirmemizi istiyor. Gelirimizi artırmak üzere harcadığımız enerji ve zaman bizi sadece parayla alabileceğimiz şeylere mahkum ettiği için, tüketimden sağladığımız mutluluk, parayla sahip olamayacağımız değerli şeyleri elde edemeyeceğimiz için gölgelenir. Çünkü elde ettiğimiz her şey, başka değerleri gözden çıkarmakla elde edilir. Bu yüzden, önceliğimizin neler olduğu son derece önemlidir.
Mutluluğun hazır bir reçetesi yoktur elbette. Nazım Hikmet’in dediği gibi “mutluluğun resmini çizmek” kolay değildir. Ne de mutluluk bir defa elde edildi mi sürekli bizimle kalır. En kalıcı olan belki de mutluluk arayışında doğru yolda olmaktır. Mutluluk yaklaştığımız zaman uzaklaşan bir ufuk gibidir. Fakat bu durum bizi mutluluğu yanılsamalarda aramaya ve tüketim fetişizmine kapılmaya sürüklememelidir. Tam tersine, yakaladıkça bizden kaçan mutluluğun bize sunduğu en büyük erdem, kendimizi durmaksızın yeniden yaratmamız olabilir...
Yeni yılda kendimizi yeniden yaratmak dileğiyle...