Mutluluk Açmazı (1)
Mutluluk Açmazı (1)
Yılmaz Akgünlü
[email protected]
Çağımızda mutluluk çok istenen ama ne yazık ki pek uzun sürmeyen bir ruh haline dönüştü, kısa süren ve sonunda bizi bağımlı kılan zevklere odaklandık. Mutluluk belli bazı nesnelere ve eylemlere bağlanabilir mi?
Çok neşeli olduğumuz bir günün sonunda bile haberleri izlememiz mutsuz olmamız için yeterli görünür. Sanki birileri mutsuzluğumuzu garantileyecek bir düzen kurmuş ve bizim mutlu olmak için yaptığımız her şey çevresel etkiler duvarına çarparak dağılıp yok oluyor. Günümüzde “mutlu azınlık” diye hayal ettiğimiz refah düzeyi yüksek toplumların bile pek de o kadar mutlu olmadığını gösteren araştırmalar var. Peki, kim mutlu öyleyse? Bill Gates mi? Ya da onun gibi zengin ya da güçlü siyasetçiler mi? Statü Endişesi adlı kitabında Alain de Botton, bu durumu çok iyi özetliyor: Global dünyada yüksek statüye ulaşmak mutluluğa giden en sağlam yol olarak görünür, ancak ona da ulaşabilen çok az kişi vardır ve onlar bile konumlarını kaybetme endişesi içindedir.
Çoğumuzun içinde mutluluğu gelecekte bulacağımız umudu vardır. Her şey yoluna girerse ve bol zaman ve paramız olursa mutlu olacağımıza inanırız. Ancak o gelecek bir türlü gelmez, bir iki haftayı geçmeyen tatil günlerinde tepeleme doyurmaya çalıştığımız mutluluk ihtiyacımız yaşamımızı kapsayacak bir etki yaratmaz ve hatta çoğu zaman tatil dönüşü, sıkıcı yaşam döngümüze yeniden başlamak daha da zor gelir.
Kalıcı bir huzur ve kolayca elimizden uçup gitmeyen bir mutluluğa sahip olmak sanki de mutluğun tam tersine götürecekmiş gibi görünen eylemlere bağlıdır.
Yani mutluluk bir amaç değil, sadece anlamlı bir yaşamın bir yan ürünü olabilir. Bazı değerlere sahip olmadan mutlu olabilir miyiz? Örneğin cesaret. Öncelikle kendi mutluluğumuzu ancak bizim yaratabileceğimiz konusunda özgüven ve cesarete ihtiyacımız var. Mutlu olamazsak yaşamımızın pek bir anlamı olduğunu hissedemiyoruz. O halde bu ölüm kalım meselesiyle cesurca yüzleşmemiz gerek.
Neden cesurca? Çünkü mutlu olmamızı engelleyen o kadar çok yargı ve kaba saba düşünceyle doluyuz ki, bunlarla dimdik ve yaratıcı bir tutumla karşılaşmadan bizim için neyin doğru ve iyi olduğu duygusunu ve bilincini yeniden kazanmamız zor görünüyor.
Öncelikle hepimizin yaşamı kendi yaşamımızdır, onu bizim yerimize bir başkası yaşayamaz: bu, yaşamımızın en temel gerçeği. Ünlü bir Zen öyküsü vardır. Sıkıntıyla yaşamın anlamını ve gerçeği arayan bir adam uzaklarda bir bilgenin yaşadığını duyar ve ondan cevabı alabileceğini düşünür. Köyünde bu bilge kişinin nerde olduğunu ve oraya nasıl gidileceğini bilen birisi vardır. Ona gidip yardım istediğinde şu cevabı alır: "Tamam seni oraya götüreceğim, ama senden bir isteğim var. Karnın acıkınca yemeğini yiyecek, yorulunca dinleneceksin. Kişisel ihtiyaçlarını senin yerine ben gideremem." Bunu duyan adam o anda aydınlanır ve hiçbir yere gitmesi gerekmediğini anlar.
Kendi varlığımızın, mutluluğumuzun ve özgürlüğümüzün tam anlamıyla sorumluluğunu aldığımız anda bize kimsenin yardım etmesine gerek yoktur. Birisinin pişirdiği yemek bizi onu yemediğimiz sürece doyurmaz. Okuduğumuz kitaptaki düşünceler biz o düşünceleri bizzat kendimiz keşfedip, hissedip, uygulamadıkça işe yaramazlar.
Cesaret derken, (insan bir başkasının verdiği öğüdü, ya da toplumun genel kabul gören davranış biçimlerini körü körüne uygulayarak mutlu olamayacağından) insanın kendisinin bizzat gerçekleri keşfetme ve uygulama gözüpekliliğinden söz ediyorum. Biz kendi doğrularımızı ve yaşam biçimini keşfedebilsek bile bunların çoğu zaman toplum tarafından benimsenmeyeceğini unutmamalıyız. Eğer bunlar bizim düşünce ve gerçek kararlarımızsa gelecek tepkilere rağmen kendi doğrularımızı uygulayabilmeliyiz. Çoğu insan için bu o kadar ürkütücü bir görevdir ki, yalnız kalmayı göze alamayıp çevresine boyun eğer. Bertrand Russell “Kamuoyu Korkusu” adlı denemesinde birçok genç insanın bilgisizlik ve alternatif yaşam biçimlerini tanımaması yüzünden çok acı çektiği yaşamlara mahkûm kaldığından bahseder. Bu insanlar çevrelerinin ruhsuz kopyaları olup, gerçek bir varlık olma duygusunun görkemini ve mutluluğunu kaçırırlar.
Cesaret hoşumuza gitmese bile bazı gerçeklerle yüzleşebilmektir. Ve sonra da o gerçeklere göre davranabilmektir. Örneğin bir insan çevresindeki insanların yaygın inançlarını benimseyemiyorsa bunu önce kendine itiraf edebilme cesareti gösterebilmelidir. Ancak asıl sorun çoğu zaman bu inançların yanlış ya da eksik bile olsalar içimize kazınmış olmasındadır.
Söz konusu olan mutluluk olunca bu yanlış inançlarla karşılaşmak daha da zor olur, çünkü kişi çevresinden edindiği inançlara dayanarak mutlu olmaya çalışmaktadır. Bunlardan vazgeçmek mutluluktan vazgeçmek gibi görünür. Mesela para ve başarı konusundaki saplantılarımız. Para ve başarı kendi başlarına mutluluğa götürebilirler mi? Öyle olsaydı zengin ve başarılı insanların hiçbir bunalım yaşamamaları beklenirdi. Ancak klinik veriler bunu göstermiyor. Para hırsı ve başarı hatta huzur ve mutluluk yolunda araç olmak bir yana çoğu zaman engel olurlar. Paramız ya da başarımız olmamalı demiyorum. Ancak hangi yönleriyle bunların mutluluğa götüreceklerini iyice düşünebilmeliyiz diyorum. Başarı ve para genellikle toplumsal onaylanma ve istediği maddi nesnelere kavuşma gücü verirler. Eğer mutluluk anlayışımız toplumsal onay ve fazla sayıda nesne elde etmeye dayanıyorsa isteklerimiz ve değerlerimiz arasında bir tutarlılık var demektir.
Aslında çoğu zaman başarıdan çok başarılı olmak için verilen emek bizi mutluluğa götürür. Kendimizi işimize adadığımızda, zihnimiz sorunlarını ve hatta kendini unutur ve benlikten bu şekilde kurtulmak da gerçek bir mutluluk yaratır. Fakat ortaya çıkan yan ürün olan başarı, statü ve para sonra başa bela olmaya başlarlar. Belki de başlangıçta bunları hedeflemezdik ama sonunda sanki onlar hedefimizmiş gibi bir durum oluştu. Küçükken çocuklar ödevlerini çoğu zaman ondan zevk aldıkları için yaparlar. Bu işi yaptıkları için ilerde para kazanacaklarını düşünmezler. Ancak öğretmenleri ve ana babaları ödevlerini yapan çocuğu ödüllendirmeye başlarlar. Bu defada çocuk artık yapmayı sevdiği için değil, ortaya çıkan onaylanma ve değerli hissetme arzuları için ödevini yapmaya başlar. Çalışmak bir araç ödül ise amaç haline gelmiştir. Böylece araçlarla amaçlar arasında olması gereken bütünlük ortadan kalkmıştır. Eğer başarı değil de çalışmak amaç olsaydı, kişi çalışmaktan ömür boyu mutlu olabilirdi, gelen ürünle ilgilenmezdi, çalışmanın sonucunda ne kazandığından çok çalışma sürecinde mutlu olması, geliştiğini ve büyüdüğünü hissetmesi ona yeterdi.
Bu ve benzeri birçok yanlış ve bizim de bu yanlışların daha sonra bilincine varamamamız gitgide kendi içsel doğamızdan uzaklaştığımız bir yaşam ve kişilik biçimini benimsememize neden olur. Bu yüzden hakiki ve doyurucu bir mutluluk için toplumsal değerlerle çetin bir yüzleşmeyi göze alacak cesaretimiz olmalıdır. Toplumsal yapının içinde gelenekten gelen çok önemli ve insani doğamıza uygun değerler de olabilir. Elbette bunlarla savaşmamıza gerek yoktur: örneğin çocuklara sevgi ve saygı duymak, zor durumdaki insanlara yardım etmek gibi değerler.
Çağdaş insanın elinde artık bütün maddi imkânlar vardır. Tüketim son derece yüksek düzeylere ulaşmıştır. Tabii ki gelişmiş toplumları kast ediyorum. Öte yandan sırf gelişmiş ülkelerde insanlar daha çok şeyi ucuza tüketsin diye de bütün dünyanın kaynakları ve işgücü acımasız bir şekilde sömürülmektedir. Tek başına bu olgu bile bizim modern yaşam biçimine ve mutluluk anlayışına şüpheyle yaklaşmamız için yeterlidir. İnsanı ve doğayı seven herkes çok fazla şeye sahip olmadan, çok fazla tüketmeden mutlu olmayı öğrenmelidir. Şimdi mutluluğun doğasına daha yakından bakarak tüketme çılgınlığından uzak mutlu olmanın yollarını araştıralım.
Koşulsuz Mutluluk
Gerçek mutluluk öyle bir şey olmalı ki, belli koşullara ya da nedenlere bağlanamamalı, ya da en azından doğamıza uymayan koşul ve nedenlere. Dağda yalnız başına yaşayan bir çoban da, fakir bir insanda, toplumda değer ve kabul görmemiş bir insan da mutlu olma hakkına sahiptir. Çocukluğumuzda mutluluk için şart olduğu toplumca kabul edilen koşulların farkında olmadan yaşamış ve mutlu olmuşuzdur, hem de çok fazla. Uzak bir çölde ya da uygarlıktan kopuk bir Afrika köyünde yaşayan insanlar da mutlu olabilirler. Tanzanya'da küçük ve çok fakir bir köyde ya da Nepal’in dağlarında çok mutlu insanlar gördüm. Bizim zengin toplumumuzda çok fazla çocuğun ya da büyüğün yüzünde göremeyeceğimiz bir neşe ve saflıkları vardı. Sahip olmadıkları şeyleri bilmiyorlardı ve aramıyorlardı, televizyon ya da cep telefonu yerine arkadaşları ya da hayvanlarıyla oynuyorlardı. Bir akşamüzeri bir evin önünden geçerken yemeklerini yiyen iki çocukla karşılaştım. Çocukların tabağında sadece pirinç bulamacı vardı ve yemeklerini elleriyle yiyorlardı, ama neşelerine diyecek yoktu. Yemeklerini yerken bir yandan şakalaşıp kahkahalarla gülüşüyorlardı. Bu tür manzaralar orda bir istisna değildi. Köylerde her akşam genç kadınlar ya da erkekler voleybol sahalarında buluşarak oyun oynuyorlardı ancak oyunlarında bizdeki hırslı ve asık suratlı rekabet havası görünmüyordu. Bu insanlar kısıtlı imkânlarla yapabilecekleri birçok şeyi yapıyorlardı ve bundan mutluydular. Malezya'da çoğu belki de okuma yazma bile bilmeyen kayıkçıların müthiş bir hevesle satranç oynadığını gördüm, oynamayanlarda pür dikkat maçları izliyorlardı. Gösterdikleri ilgi ve canlılık ne kadar mutlu olduklarının bir göstergesiydi. Yenilen oyuncularsa kızgınlık ya da moral bozukluğu belirtisi göstermiyorlardı.
Çoğu zaman biz zengin toplumların dışında kalmış bu insanların neler yaşadığını pek bilmeyiz. Çokça fakirlik ve acı çektikleri doğrudur ama çoğu bu durumu kabullenmiş, bu geçici dünyada mücadelelerini yiğitce vermektedirler. Hindistan'da bisikletli rikşacılar yarım dolardan az bir paraya bazen bir saat sıcakta pedal çevirmektedirler, ortalama yaşam süreleri kırklı yaşlardır. Ancak bu onların mutlu olmadıkları anlamına gelmez. Kırk sene de seksen sene de olsa geçip gider, ve bizler belki de bir mezara gömülerek sanki varlığımız devam edecekmiş düşüncesine sığınırız, onların mezarları bile yoktur, cesetleri yakılır. Peki, kimdir cesedi yakılan? Bu yaşam döngüsü içinde sayısız insan ve hayvan ve diğer canlılar dünyaya gelip sonra çekip giderler. Kimdir bu insanlar? Nedir bu gelip gitmeler?
Bu dünyada sağlam bir mutluluk hissine sahip olmak benim görüşüme göre bütün bu yaşam ölüm döngüsünü en derinden hissetmeye bağlı olan bir şeydir. Gelip giden biz insanlar, yaşamımızda bazen geri çekilip sürüp giden bu oyunu kendimizi işin içine çok katmadan izleriz. Böyle anlarda hüzünleniriz ve hüznümüz bizi sessizleştirir. Sonra kelimeler yavaş yavaş silinip gitmeye başlar. Ben, sen, O, dünya, insan, yaşam, mutluluk, acı... Bunların hepsi kelimeler. Ama o hüzünlü anlarda oluşan sessizleşme ve sonrasında kelimelerin, düşüncelerin ağırlıklarını yitirmesi, sanki çevreden geçen insanlar ya da araçlar gibi dışımızdan akıp giden şeyler olarak yaşanması durumunda farklı bir ruh haline gireriz. Sanki her şeyin üstünde olup olayları kayıtsızca izleyen bir şeye katılırız ki zaten o hep oradaydı ve hep izlemekteydi. O bizim içimizdeki izleyici, herkesin içindeki izleyici. Birbirinden farklı mı?
Yargılayan, ölçüp biçen, hesaplayan kişi farklı olabilir. Herkes olayları kendi görece ve sınırlı zihniyle değerlendirip farklı sonuçlara varabilir. Ama bu hesaplama ve yargılama işleminin önemini yitirdiği durumlarda o tarafsız, yansız İZLEYİCİ ortaya çıkar. Yargılayıcıyı, bir şeyler bileni bile bilen İZLEYİCİ.
Bu noktaya, o tarafsız izleyici noktasına ulaşmak için bu dünyaya kendi bireysel çıkarlarımız açısından bakmayacağımız bir durumda olmalıyız. Bu zihin durumuna yabancı bir ülkede bir tren istasyonunda, ya da yolda giderken insanları ve çevreyi seyrederek daha kolay ulaşabiliriz. Orada bize ait olmayan bir dünya vardır ve bu nedenle de düşüncelerimiz kendi bireysel yaşamımızdan uzaklaşmıştır. Çevremizdeki her şey birden bire oluşmakta ve sonra hızla dağılıp yerini yeni başka bir ana bırakmaktadır. Bu da zihnimize gitgide daha akıcı ve tarafsız bir güç sağlar. Akan izlenimlerle özdeşleşmeyen zihin dünyayla yeni bir bağlantı kurmaya başlar. Yaşamın içinde bizim kim olduğumuzdan ya da ne yaptığımızdan bağımsız olarak akan, bizim de bir parçası olduğumuz bir gücü sezmeye başlar. Buna evrensel yaşam gücü, ya da evrensel yaşam bilinci diyelim. Tabii ki bu bir sezgidir. Bu yaşamsal güç her yerde ve her zaman bulunduğundan çoklukla gözümüze görünmez, varlığına o kadar alışmışızdır ki ona yokmuş gibi davranırız. Aslında biz çevremizde akıp giden bütün bu yaşam oyunundan ne kadar ayrı olabiliriz ki?
Devam edecek