1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Narar Böyle Şarkı, Türkü
Narar Böyle Şarkı, Türkü

Narar Böyle Şarkı, Türkü

Özden Nazım Selenge: “Nenemin yaşadığı köyde, insanlar, yakınlarından; ‘Abam Ayşe, Ağam Hüseyin, Gardaşım Yusuf, Gaynım Ömer, Eltim Emine, Gelinim Münüse, Görümcem Siddiga’ diye söz eder.

A+A-

Özden Nazım Selenge

 

Anlatıcıdan,

 

         “Nenemin yaşadığı köyde, insanlar, yakınlarından; ‘Abam Ayşe, Ağam Hüseyin, Gardaşım Yusuf, Gaynım Ömer, Eltim Emine, Gelinim Münüse, Görümcem Siddiga’ diye söz eder.

         Seksenli yıllarda, babamın annesi, seksen yaşındaydı ve ben ona, ‘Nenem Hatice’ derdim. Ben onu, ne acı ki son on yılda tanımış, dost olmuştum; yılda iki defa, bir lâsecik gördüğüm neneme, hemen hemen her gün merhabam var şimdilerde…

         ‘Ne Acı’, kısmından söz edeyim önce… Aslında, aklımın kestiği günden beri, babamın bir annesi, dolayısıyla benim ve kardeşlerimin, köyde, bir nenemiz olduğunu bilmez değildim. Kocaman yıllar, ondan mahrum kalışım, en büyük kaybımdır.

         Hep yanımızda yaşayan anneannemin, ‘Hatice Gadın’, annemin, ‘Gaynanam’, ikisinin birden, bir tenhada ‘Gözünü köylü açtı, öyle köylü gidecek’, dedikleri Nenem Hatice, bu yaşına geldi hâlâ uğraşır toprakla, tavuk güvercin, keçi… Arı, böcüyle… Çiçekle, yeşil dalla, gülle günnasırle..

         Nenem Hatice’nin başında, nakışsız, boncuksuz, öyle salma atılmış, beyaz tülbend var. Kulağında küpesi, parmağında yüzüğü yok. Yalnızca, bileğinde nazarlık bir takı var; o da ne altından ne gümüşten. Oğlu, yani babam getirmiş bir zamanlar Türkiye’den. Önceleri hasretten taktı nenem bileğine; sonra… Yine hasretten… Ve hep hasretten…

         Nenem Hatice, çarşafını, Türkiye’ye, kardeşlerinin yanına gideceğinde atmış, ‘Okumuş, doktor olmuş efendilerin, yengelerin, akıbet hatırlı ahbapları da var. Mahcup mu edeyim ağalarımı?... Musmul giyinip öyle gideyim’ deyip, ‘etek gosdim’ giyip başına da sade bir eşarp takmış. Çarşafını da kesip toz çapudu yapmış.

         Yaz kış, kapalı potin giyer Nenem Hatice, ‘Burnu delik, arkası açık potin giyeni hiç gınamam… herkesin keyfine’ der. Bu tür hoşgörülü sözlerinin ardından, ‘Yaşa Nenem Hatice, demokratsın ha..! demiştim yirmili yaşlarımda. Beni, dehşet içinde uyarmıştı, ‘Aman oğlucuğum, o dediğinden olanları astılar… Allah etme, istemem öyle şey… Ben bu baykuş yuvası köyümde, halimden hoşnudum. Ama o efendileri lûzumudu asmasınlar. İnsanın canını bir tek Allah alır.

         Nenem Hatice, insanların aksi ‘tabahatlarını’,  zayıf yanlarını sayıp dökmez, hele hele, yaratılışlarının, kusurlarının gıybetini hiç yapmaz, köyde, insanlara takılan lâkapları da ağzına almaz ‘Bana lâğabımı söylediklerinde hoşlaşmam madem… E, ben nasıl söyleyim? Benim bildiğim, insan insana maraz yüklemez.’

         Otuzlu yaşlarımda, ‘Sen bin yıl yaşa benim hümanist Nenem Hatice’ deyince, on yıl önce korktuğu ‘demokrat’ sözcüğünden bu kez beş beter korkulara kapıldı. Beyaz yemenisiyle ağzını örttü. Boynuna götürdü ellerini, ‘Aman, bir daha bu lâkırdıyı etme nenem, hayırduamınan olasın. O dediğinden olanları, telef ettiler. Gül gibi, selvi gibi ana kuzularına, bu eziyet ne? Bu zalımlık niçin? Arzayıllar… Beni bağrına basmıştı bunları söylerken.

         Köyün en boylu boslu kadınlarındandır nenem.  Anneannem, ‘Kadın dediğin, ufarak olmalı, aynen benim kızım gibi… Uzun kadın,  sokakta güzel görünür, orta kadın, salonda…’ Tam burada duraksar anneannem. Gözler hafifçe kısılır, bakışlar çapkınlaşır, dudaklar hafifçe aralanır. Ve uzaklara, ufka değin uzanır o bakışlar. Sesinde cilve ve biraz da esrik titreşimler hissedilir… Elleriyle kollarını sarar.

         ‘Ve kısa kadın da kocasının kollarında güzeldir’ der. Bulunduğu mecliste, hazetmediği iri kadın varsa, şöyle mânidar bir bakış da ona atar. Çok değerli, veciz sözler söylemiş gibi kurumlanır da kurumlanır.

         Nenem Hatice’nin evinin yer döşemesi, hâlâ beyaz, mermerden. ‘Ne var? Bir yıkarım, bembeyaz mezdeki gibi olur,’ der. Evceğizi, dıştan kerpiç, iç duvarlar badanalı. Üç odalı, bir de aşevi var. ‘Ben yediğim, oturduğum yerde, lâzımlık istemem, varsın o da dışarda olsun’ der. Alttan yanma hamamı var; hiç üşenmeden, tepelerden ‘gatsara, çalı, mappuro’ toplar, ısıtır suyunu ‘Haşşöyle, derim yana yana paklanayım’, der.

         Küpüne suyunu doldurur. Maşrapayla alır suyu, yeşil sabunla yıkar yüzünü! Küpün dibine çöker toz toprak su temizlenir. Yeşil sabun da her şeyi çok iyi paklar. Hem biz bu sabuna alıştık; buz gibi, zeytinyağından yapılır.’

         ‘Parası var okkayla; maksılından alır, Türkiye’deki kardeşleri yollar, tenhada oğlu da verir belki de… Tamahkârlığından, ne yer ne yedirir. O avlusunu bir çimento yaptırmadı. Tozun toprağın içinde… Yığınla ağaç, birazını kestirse, açılsa ortalık… Yer gök gazel dolu.

         Avlusunda zangalak, incir, dut, ağı, mersin, turunç, alıç, üç tane de zeytin ağacı var. Onlara ve çiçeklerine, üç beş tavuğuna, babirasına, iki keçisine insanmışlar gibi davranır. Bütün ağaç, çiçek ve hayvanlarını, ‘Ne, hanım gızlar?’ diye sever de üç zeytin ağacına, ‘deliganlılarım, aslan köhlânlarım’ der. Biz, üç kardeşin, canının canlarının adına dikti o üç zeytin ağacını. Bizi her göresi geldiğinde, yanlarına gider, okşar öper; kuru dalını, yaprağını ayıklar, üzerlerinde böcek möcek görse ‘Yok, yok… Sırtıma, başımın üstüne çıkın da, ilişmeyin, yük etmeyin zeytinciklerime’, der.

         Nenem Hatice, zeytin ağaçlarının tozunu toprağını siler silker, kıyıp da gölgelerine oturmaz; yorulduğunda dalına tutunmaz, gövdesine gövdesini yaslamaz. Yere dökülen yaprakları maca süpürgesiyle ‘cırmalamaz’; elleriyle toplar. ‘Fışkılığa mı atayım?.. Yok, yok… Çukura mı gömeyim? Yok, Allah etme… Ocaklıkta yakayım? Ya yanarsa cancağazları? Hade bre deli bunamış…’ der.

         Ocağında yakar kuru yaprakları; kokusunu doya doya ciğerine çeker, torunlarını koklar sanır. Sonra, tahta merdivenini aşevinin damına dayayıp, elindeki çöp süpürgeyle, zeytin kokulu dumanı dört bir yana savurur.

         ‘Şeher ne yanda? Üç ciğerköşem ne yanda?’ diye dürter bacayı ve sorar, ‘Tütüyü duyarlar mı acep?’

         İyice efkârlandığında, hasret dağlarına, ‘garşıdaki’ kardeşlerinin hasreti de ulandığında… Bir de güzse mevsim… Çıkarır sandığın dibine, dokuma bezle iyice sarıp sakladığı borulu gramafonu ve plâkları. Teker teker iyice bir siler, üzerlerini okur ve her seferinde, bıkmadan aynı sözleri yineler.

         ‘Bu Müzeyyen Senar’ın, ‘Olmaz ilaç sine-i sâd pareme/ Çâre bulunmaz bilirim yâreme’. Büyük ağamın, Türkân Hanım’ın sevdasına düştüğü zaman dinlediği şarkı... Bu, ortanca ağamın, dünya güzeli Züleyha’ya benzeyen doktor Rânâ Hanım’a söylediği şarkı; Sebebi iklimin sultanı sensin/ Efendim derdimin dermanı sensin..!

         Bu da küçük ağamın yadigârı. Münür Nurettin’in, ‘Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın!.. Sevdası kavuşuksuz oldu onun. Yaslara gömüldü… Öyle bekâr yaşadı..!’

          Nenem Hatice, son yıllardaki dostluk zamanlarımız sırasında, hemen hemen her gidişimde masal gibi anlattı bana plâkların öykülerini ama hiç yüzüme bakmadan, gözleri uzaklarda, kimi zaman en uzaklarda… Benim sevdalarımın, Zeki Müren şarkılarını naklederken bile…

         Öyle anlarda onu, uçup da gelemediği yerlerden, kendi deyişiyle yâdellerden döndürmek için ‘Hadi ben gideyim’ derdim; hemen, yaşadığımız ana konardı. Bir gün, densizliğim tuttu, ‘Eee Nenem Hatice, ağalarının, babamın, benim, sevdalarımızın plâklarını, şarkı türkülerini iyice ezberledik de… Ya senin sevdan hangi şarkıda saklı?’

         Kızmadı… Bakışlarını çekip aldı uzaklardan.

         ‘Benim sevdam, sizinkiler gibi mi, öyle, şimdi var, yarın, o bir gün yok. Hem ben, öyle, pilâklarda, radyolarda herkeslerin, sümme dinlediği, şarkıyı türküyü neyleyim?’

         ‘Vay benim Nenem Haticem..!

         Bu cezirede, dahi cihan-ı âlemde, zaten yokmuş öyle bir sevda şarkısı. Olmayacakmış da… Sayısız güftekârın kalemi, bestekârın emeği sâzendenin, hânendenin mızrabı, yayı, parmakları, nefesi, neye yaradı, nenemin aşkına münasip, bir şarkı yapamadıktan sonra…’

         Nene Hatice, “Gel” deyip, yürüdü bahçeye,

         Yürüdüler nene torun,

         Üç zeytin ağacının,

         Narin yapraklarının,

         Aralarında dolanan hafiften bir rüzgârcık,

         İkisini, tılsımlı, mestane bir ezgiyle karşıladı,

         “Duy… Duy… Narar pilâklarda böyle şarkı türkü?”                                                                                              

        

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1851 defa okunmuştur