Naziler, Yeni Muhafazakârlar, Sömürge Sonrası ve 21. Yüzyılın Amerikan Manifest Destiny’si (i)
Naziler, Yeni Muhafazakârlar, Sömürge Sonrası ve 21. Yüzyılın Amerikan Manifest Destiny’si (i)
Prakash Kona
(Çeviri: İbrahim Beyazoğlu
[email protected])
Amerika 21. yüzyılda henüz büyük bir dünya gücü değildi. Meksika’nın işgaliyle (ki 1847 Savaşı diye de bilinir) Amerika, günümüz California, Utah, Nevada ve Colorado’sunun belli kesimleriyle, Arizona, New Mexico ve Wyoming eyaletlerini zorbalık ve çevirdiği dolaplar sayesinde ele geçirdi. Eğer Meksikalılara ait Texas da bu listeye dâhil edilirse, kafakola getirilen Meksika topraklarının üçte ikisinden edilmiş olur. Ve ufukta beliren Manifest Destiny doktrini – yani emperyal yayılma felsefesi – böylece meyvelerini vermeye başlar ve Amerika bir dünya gücü hâlini alır. 2. Dünya savaşının ardından, Amerika Manifest Destiny ideolojisi Batı Uygarlığı’nın kaderine tekabül etmeye başlar. Gandi’nin “Batı Uygarlığı”nı “iyi bir fikir” telakki etmesi, bu noktada aslında bütünüyle ironi değildi. Özellikle bu uğurda kürek sallayanların kafalarına kazınmış bir fikirden söz ediyoruz. Oğul Bush ve Yeni Muhafazakâr zevat bu minvalde manidardır. Bunlar ötekiler’e karşı, ki bunun içerisinde alışılagelen sömürgeler de yer alır, Batı’nın kaderinin dillendiricileri ve savunucularıdırlar.
Küreselleşen dünyada, hâliyle, tanımlar yeni gerçeklikler kisvesine büründürülür. Erken 20’nci yüzyıl’ın kılıktan kılığa giren Amerikan Başkanı Theodore Roosevelt: “Beyazların Yerli Kızılderili toplaklarını fethedip yerleşmesi uygar insanlığın ırksal üstünlüğü ve refahı için şarttır” diye buyurmuştu. Peki, Roosevelt “uygar insan” derken acaba kimi kastediyordu? Roberto Rossellini’nin Roma, Açık Şehir (1945) filminde, Gestapo subayı, görünüşe göre pek ikna olmamış Nazi dostuna, acımasız işkenceye rağmen bir türlü konuşmayan direnişçi için şöyle der: “Şafaktan önce ötmesi gereken bir adam var… Konuşacak… Yoksa bu bir İtalyan’ın en az bir Alman kadar değerli olduğu demektir! Bu da tüm köle-ırk ve üstün-ırk kanı arasında fark yok anlamına gelir! Savaşın varloluş nedeni de tam budur”. Eğer Almanlar kendilerinin “üstün ırk” olduklarına ve Alman kanının dünyadaki “köle-ırk”lardan farklılığına inanmasalardı, Nazizm mümkün olmazdı. Gestapo komutanının vurgulamak istediği nokta şudur: Ya üstün ırksın ya da köle ırk, yoksa kesinlikle “bu savaş için sebep yoktur”. Nazizm emperyalizmin ürünüdür. Çünkü sömürgelerdeki şiddet eve Nazi şiddeti kılığında ithal edilmiştir. Tam da bu sebepten ötürü, yüzyıllarca sömürgelerde süren batı şiddeti, Holokost tezahür eden buzdağının yalnızca gözle görünen kısmıydı. Buzdağının görünmeyen kısmına gelince, bu sömürgelerde yaşanmış soykırımdı. Bu ikisiyse birbirinden ayrı şeyler değildir. Hitler, Churchill ve öteki bağlaşıklardan daha kötü değildi.
Bilindik Batı normlarındaki herhangi bir bireyin ya da insanın tanımı dışraktır. Eğer Naziler İtalyanlar ve Yahudileri dışlamışlarsa, Amerikalılar da aynı şekilde Arapları dışlamışlardır. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki herhangi bir kurum açısından, Arap kanıyla Amerikan kanının birbirlerine eşit oldukları düşüncesi tahayyül bile edilemez. İşte bu Yeni Muhafazakâr zihniyetidir. Kendi üstünlüklerine inanırlar ve ne pahasına olursa olsun bu “üstünlüklerini” savunacaklardır. Yoksa ne diye Amerika; Irak, Afganistan, Latin Amerika’da veya “Üçüncü Dünya”nın herhangi bir yerinde cirit atsın ki? Bu savaşın, onu haklı gösterecek gerekçelerin yokluğunda zerre kadar değeri yoktur, kıyamettir. Bu ırk “üstünlüğü” inanışı, manifest destiny’nin tam kalbinde yatır. Barack Obama’nın 2008 seçim zaferinin bile temelde bir fark yaratmayacağı aşikârdı. Zira o batının kaderini kendininkinin önüne koymak zorunda. Bu kader, oğul Bush için “açık” olduğu kadar yeterince-beyaz-olmayan Obama ya da o pozisyonu işgal eden her kim olursa olsun, bu su götürmez. Globalleşme “aşağı ırklara” ulaşıp, onları güya “bizim kendi yollarımızla” “eğitecek” medeniyet misyonunun bir parçasıdır. Küresel “manifest destiny”nin bu ırkçı sistemin idamesiyle örülüdür.
Amerika’nın “üçüncü dünya” ülkelerine yönelik dış politikasını anlamak için ırkçılık anahtardır. Bir Siyah veya Arabın yaşamı, beyaz bir Amerikalının hayatından ucuz olması gerekir. Bu böyledir. Aynı zamanda, bu inanç doğrultusunda beyhude savaşa sürülen yoksul beyaz Amerikalıların hayatları Amerikan burjuvazisi ve elitlerinkinden çok daha ucuza satılmıştır. Siyah, beyaz Hispanik ya da Hintli olsun, tüm zenginlerin yaşamı çoğunlukla ülkedeki diğerlerinden daha değerli. Hayatların kaç para ettiği derecelendiriyor. Bu kıymet biçme skalasında, eğer beyaz ve zenginsen, yeryüzünde herhangi birinden daha değerlisin.
James Baldwin’in dediği gibi, “bu ülkenin ipe sapa gelmez, kelimenin tam anlamıyla ipe sapa gelmez dış politikası, buradaki özel hayatın tam bir yansımasıdır”. Irkçılığın kökenleri ve dışlayıcılığı bireycilik ve Amerikalılar’ın özel hayatlarındaki özel çıkarlarda gizlidir. Malcolm X’in dokunaklı yanıtında değindiği üzere, “hayır, ben Amerikalı değilim. Ben Amerikancılığın kurbanı 22 milyon siyah insandan biriyim. Demokrasi kurbanı 22 milyon siyah insandan biri, olsa olsa maskelenmiş bir ikiyüzlülük. Size buradan bir Amerikan, bir vatansever, bayrak şoveni veya bayrak şakşakçısı olarak seslenmiyorum - hayır bunların hiçbiri değilim. Size Amerikan demokrasisinin bir kurbanı olarak sesleniyorum. Ve kurbanın gözlerinde Amerika’yı izliyorum. Amerikan rüyası diye bir şey görmüyorum”.
Tabii bu somutta özellikle şunun da unutulmaması gerekli: burada konu Amerikan baskın çevrelerinin bina ettiği düzen ve “üçüncü dünya” uşak ruhlu sahtekârlardır. İşte bunlar “üçüncü-dünya”da “köle-ırk” teorisini ayakta tutanlardır. Bunun sebebini anlamak zor değil: Karaktersiz köle zihniyetli, ırkçı sistemi korumak için kaç para alacaklarının ayrıntılı hesabını yapan köleler olmaları. Bunlar, sömürgecilik ve Nazizm’in varlık sebebinin ta kendileridir. Gestapo komutanı, bu meşrepten karakterlerin kendi halkını ucuza satacağını, gelgelelim bir “üst-ırk”mensubu kendisinin bunu asla yapmayacağını pekala biliyordu. Tabii, halkının özgürleşme davasına ihanet etmektense Nazilerin elinde ölmeyi yeğleyen direnişçi, Gestapo kumandanın yanıldığını kanıtladı.
Batı ekonomileri, her daim sömürgelerin ensesinden geçindiler ve günümüzde çokuluslu şirketler vasıtasıyla bunu ‘kör gözüm parmağı’na devam ettiriyorlar. Baldwin A Rap on Race’teki söyleşilerde antropolog Margaret Mead’in dikkatini de bu noktaya çeker: “Söz konusu kâr sistemi ciddi kusurlar barındırıyor ve bu kusur sözü geçen ifadede de zımnen dillendiriliyor. Ve öyle ya da böyle, şu an burada, bu odada oturan herhangi biri bile Batı ekonomisinin ölüme mahkûm olduğunu söyleyebilir. Kesinlikle, Batı ekonomisinin içine düştüğü bunalım, bir bakıma benim kazandığım her kuruştan, daha doğrusu benim için bu parayı Güney Afrikalı bazı siyahi madencileri sömüren sistemin ta kendisinden kaynaklanıyor (…) ve bu sömürgeleştirme şu an bile tezahür etmektedir. Bunun farkına varamazsak hapı yuttuk demektir. Çünkü işçi bu ağırlığın altında ezilecek, telef olup gidecektir. Bunu idrak edemez ve işçinin belini doğrultmasına yardım edemezsek, bütün her şey tepe taklak olur... Peki, bu durumda ne yapmalı? Ezileni ve kendimizi nasıl özgürleştirmeli? Çünkü bu özgürlük çifte özgürlük demek”.
------------------------------------
(i) Bu yazının tam versiyonu Mesele Dergisi’nin Ağustos-2015 sayısında yayınlanmıştır.
--------------------------------------
GAİLE YAYIN KURULU NOTU : 23 Ağustos 2015 tarihinli gaiLe 333 sayısında, İbrahim Beyazoğlu çevirisi ile yayınlanan Prakash Kona’ya ait “ Naziler, Yeni Muhafazakarlar, Sömürge Sonrası ve 21. Yüzyılın Amerikan Manifest Destiny’si” yazısında, yazarla ilişkisi olmayan bir görsel kullanılmıştır. Yapılan hatadan dolayı gaiLe yayın kurulu olarak okuyucularımızdan özür dileriz.