Ne alkışlayın, ne de ağlayın; kapandı perde!
Her ne zaman özlesem denizin kıyısına kurulmuş, o küçükcük kasabayı, şövalye serüvenlerini okumaktan aklı karışmış, yaşlı Don Quixote gibi yel değirmenlerine saldırırken buluyorum kendimi. Geçmişe dair anımsadığım ne varsa hayal ile gerçek arasına sıkışıp kalarak, tele asılı çamaşırlar gibi rüzgârda savrulup duruyor. Artık ne eskisi gibi bugünler, ne de bugünkü gerçek, geçmişten eser taşıyor geleceğe…
Bunca değişim rüzgârlarının hortumlarının yuttuğu sokaklarıyla bugünleri görmeyi/yaşamayı, bu küçücük kasaba hak etmiş midir? Kısa bir sessizlikle yüzleşiyorum, soruyu sorduğum andan itibaren… Neden hak etsin ki, diyerek çıkageliyor içimden, tanımadığım veya tanımak istemediğim bir ses. Aklımda kalanları toparlayabilsem, zaten bunca yabancı arasında yabancı kalmazdım yolda yürürken. Kapana kısılmışçasına kimi gerçeğe hayalden canlanmış bir şövalye eskisi gibi diklenerek yürüyorsunuz, kasabanın yollarında. Ne yollar sizi tanır kaldırımını döven adımlarınızdan, ne de köşedeki evden eser kalmıştır artık, yükselen acayip betondan duvarlar (binalar) arasında.
Hatırladığım şu ki: bizim sokağın köşesinde sokak lambasının altında, akşamüzerleri, toplanırdı kadınlar. Kimse kimseye gel demezdi, geleceksin diyen de olmadı o zamana kadar, yemekten sonra, evin eli ayağı çekilirken kendi köşesine, kadınlar da ellerinde kahveleri, koltuk altlarına sıkıştırdıkları bir demet molehiya ile düşerlerdir salına salına taşlı sokak yoluna. Köşedeki sokak lambası, puslu ışığında karşılarda onları ve kısık sesle selamlanan gülümseyen yüzler, dalardı gecenin karanlığına… Tık tık tık sesleri arasında koparılırken yapraklar dallarından sokağın sakinleri sırlarını bırakırdı geceye… Gece saklardı sırları koynunda ve güneş yükselmeye başladığında, herkes kendi rutini içinde seyrederken gün içinde ikili üçlü gruplar geceden kalma sözlerin arasına kısa dedikodu notları yazardı, yeniden… Hepsi anılarda kaldı. Gelip geçti ömürlerimizden… Akıp gitti zamanın bilinmezliğine ve sanki dün yoktu, gibi geliyor insana, hatırladıkça… Evet, dün yoktu! Peki, ya bugün?! Kısaca cevaplayalım: bugün var!
Anılarınızda sadece gülümsemeniz yeterli, elleri nasır tutmuş, gözlerine hüzün saklanmış, bakışlarına yalnızlıklar sızmış, dillerine doladıkları şarkılara ayrılıklar konu olmuş, kadınlara. Yalnız ve acı ruhlarının içine içine dolan barut kokusu ve uzaktan gelen silah sesleriyle, karanlığa inat, yarının tenceresine umut ayıklayan kadınlardı onlar. Bilselerdi küçük kasabalarının bugünkü hallerini, ellerindeki molehiya saplarıyla yel değeirmenlerine kafa tutup, geleceğin getirdiklerine: eskiyi, samimiyetlerini, dostluklarını korumak adına direnirlerdi!
Girne’nin o eski kadınlarından kaçı kaldı, bugün, ara sokaklarda?
Kalanlar gidenleri anar oldu. Kendi duvarlarını ördükleri dünyalarında, taşıyamadıkları yalnızlıklarına dair tek söyledikleri: eskiden böyle miydi?
Yaşayanlar bilir, görenler inanır zaten bir zamanların sessiz kasabasının nasıl gürültülere yenildiğine…
Evet, Girne’yi özledikçe aklını yitirmiş, çıldırmış Don Quixote gibi saldırmak geçer içimden yel değirmenlerine… Oysa bu küçük kasabayı ne kadar çok sevdiğimi bilir dostlar. Gelin görün ki sesleriniz giderek benden uzaklaşıyor, yakın dostlar. Tıpkı İlhan İrem’in şarkısında olduğu gibi: dostlar, benden uzaksınız a dostlar!
Bir tek sizi değil, hiç kimseyi, tanıyamıyorum artık sokaklarda. Her gelişimde, bağasına sımsıkı gömülen bir kaplumbağa gibi saklanıyorum, ana evinin duvarları arasına; çünkü yanılıp da pencereden dahi başımı uzatacak olsam, yabancılaşıyorum, karşımdaki aynı gibi duran dağların fonunun önündeki şehre.
Görüldüğü üzere artık kasaba değil, kıyıya vuran yüksek binalarıyla koca bir şehir duruyor karşımda. Şimdi çıkıp gelse molehiya ayıklayan kadınlar, bisikletiyle geçse Salim Dayı yavaş yavaş, günlerden Pazar olsa ve “Yukarıki Girne”nin kilisesinin çanları çalsa yeniden… Sonra köşedeki camiden ezan sesini karşılasak hep birlikte… İnançların kalıplarına sıkışan cümleler değil bunlar, aksine, barışın soluğunu, nefesini kulaklarında, oradan da ruhlarında hisseden bir zamanların insanlarının bellekte kalan izleridir. İşte bu izler, gittikçe yoruyor hayatta kalanları… Bunları düşünerek bakıyorum, eski Girne mezarlığının taşlarına… Doğum tarihleri geçen yüzyılın başlarına kadar giden, bir avuç Girneli gülümsüyor kendi zamanlarından… Daha dikkatli bakıldığında, bu gülümsemenin buruklaştığını cennetin cehenneme, cehennemin de cennete aktığı asılı bir köprüde kalakaldıklarını göreceksiniz. Çok mu ruhsal bir dürtünün esiri oldu yazar. Hayır. Zaman bulup geçerseniz mezarlığın yanından, bir avuç Girnelinin, bir avuç torağa sıkışıp kaldığını, etraflarını serviler yerine, yüksek yüksek beton tepelerinin sarmaladığını, kendi gözlerinizle göreceksiniz. Yine ne acıdır ki, ancak ve ancak bayramlardan bayramlara açılır kapısı mezarlığın, Kıbrıslılar tarafından… Onun dışında mezar taşlarını okuyan yoldan gelip geçen binlerce yabancıdır, bugün için…
Girne’de olduğum zamanlarda, dakikalarca durup izlerim, okurum mezar taşlarını… Öylesine bir ezbere sinmiş halleri yaşarım ki, gözümü kapatıp sınarım kendimi, kim nerede yatıyor, bakalım biliyor muyum, diyerek. Bu sınamayı aynı şekilde bir zamanlar sokak lambasının altında molehiya ayıklayan kadınları unutmamak için de tekrarlarım. Kim bilir kaç zamandır oynarım bu oyunu, bir betona dönüşen şehrin yüksek binalarına bir de küçücük mezarlığın önünde durup bakarak geçmişe… Anımsamalarda bir gülüş, bir ses, bir mimik görmeye çalışırım taşların yüzeylerinde!
Ama nafile!
Sadece isimgeçitlerinde birer ikişer leke gibi durur anılar…
Ve içimden geçer, tüm duvarlarına bir çığlık gibi şu cümleyi yazmak: KAYIP GİRNE ARANIYOR!
Yenisi yaşandığından eskisi hükümsüzmüş, meğerse…
***
Evet, sesleriniz gittikçe uzaklaşıyor dostlar.
Yollarımız gitgide uzaklaşıyor.
Kasaba bizden uzak, biz kasabadan dostlar!