Ne Dindarım Ne Atatürkçü
Düşünce dünyasının iki kutuptan oluştuğu ve herkesin bir gruba dahil olmak zorunda hissettiği bir dönemden geçiyoruz. Farklılıkların yarattığı renk cümbüşünün geçmişe nazaran daha yoğun hissedildiği bir çağda, bu kadar katı olmanın anlamı nedir, bilmiyorum. Türkiye’de öğrenim gördüğüm yıllarda, buna yakından tanıklık etmiştim. Her türlü algının Kıbrıs’ın kuzeyine yansıması gibi, bu ikili kutuplaşmanın da buraya entegre edileceğini pek düşünmemiştim. Evet, Kıbrıslı Türkler laikti ve din üzerinden kendilerini tanımlayan bir toplum değildi ama Mustafa Kemal’in sembolleştirildiği bir yaklaşım da yoktu. Lisede okuduğum dönemlerde 10 Kasımlarda anma törenleri düzenlenir, şiirler okunur hatta Aralık aylarında Atatürk koşuları da yapılırdı. Ama o kadar. Tabi ki bugünkü kadar dine dayalı baskılar da yaşanmıyor. Henüz köylerimize koca koca camiler yapılmamış, ilahiyat koleji açılmamış, Türklüğümüz yanında müslümanlığımız da sorgulanmaya başlanmamıştı. Kısacası Kıbrıs Türk toplumu, kendine has inanç sistemi içerisinde hareket ediyor, Mustafa Kemal’i de küçük törenlerle anıyordu. Bugün gelinen noktada ise, Türkiye’de yaşanan kutuplaşmanın küçük ölçeklisinin adamızda körüklendiğini hissediyorum. Özellikle 10 Kasım törenlerinin 9 Kasım tarihinde yapılmasına karar verilmesi ve ardından yürütülen tartışmalar, meseleyi daha net bir şekilde ortaya koyuyor. Çok daha önemli problemlerimiz varken, Türkiye’deki hastalıkların bize bulaştığını görmek cidden umudumu tüketiyor.
Türkiye tarihine bakıldığında, Cumhuriyetin kurulmasından itibaren, aslında yukarıdan inme bir takım değerlerin topluma yedirilmeye çalışıldığı görülür. Mesela dindar bir toplum, aniden laik değerlerle bezenmeye başladı. Dönem itibariyle değerlendirme yapıldığında, çok önemli gelişmelerin yaşandığını söylemek mümkün. Ama geçmişe bakarken salt resmi tarih anlatımına odaklanmak, bizi yanlış bir noktaya da vardırabilir. Çeşitli aralıklarla yapılan askeri darbeler de, kurulmak istenen demokrasiyi her seferinde geriye itti. Kısacası dine dayalı yönetimden tavşan hızı ile uzaklaşmaya çalışan yapı, askeri müdahalelerle daha da bataklığın içine saplandı. Sonunda ne oldu? Kendisinden korkulan ve yok edilmeye çalışılan muhafazakarlık daha da güçlü bir şekilde iktidara geldi. Gerçi Tanıl Bora’nın “Türk Sağının Üç Hali” kitabına bakıldığında, durum gayet aydınlanıyor. Bora, Türkiye’deki siyasi iktidarı; milliyetçilik, muhafazakarlık ve islamcılıktan oluşan, birbiri içine geçmiş bir yumak olarak tanımlıyor. Bu yaklaşım ele alındığında, aslında iki kutuptan öte, tek yumurta üçüzlerinden bahsetmek mümkün gibi geliyor. Esas zor olan, ne Atatürkçü ne de dinci olmak. İşte bu nokta, Türkiye solunun ne denli zor koşullarda yol almaya çalıştığını gösteriyor. Şu anda var olduğu iddia edilen kavga da (bir tarafta Mustafa Kemal’i diriltme kaygısı diğer tarafta da onun oluşturduğu yolun yerine kendini koymaya çalışan AKP görünümlü Tayyip Erdoğan iktidarı) yine sol değerlerden çok uzakta, sağın kendi içinde tutuştuğu iktidar telaşından başka bir şey değil.
Eğer gerçek anlamda bir demokrasiden bahsedecek olursak, aslında iki kutbun da ötesine geçmemiz gerekecek. Mesela kadınların toplum içerisindeki yeri, Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkiye’deki azınlıkların durumu, Kürtlerin özgürlük hareketine karşı yapılanlar, Alevileri yakan ateşler, iktidarın boşluklarına çomak sokan gazetecileri yok eden faili meşhur cinayeteler… Tüm bunlar tartışılmadan, herhangi bir “liderin” yüceltilircesine anılması veya kurtarıcı diye tanımlanması benim algımda varlık bulmuyor. Her kim ki, Türkiye’de kadının özgürleşmesini Mustafa Kemal’e bağlarsa, Osmanlı döneminden beri mücadele eden kadın hareketini yok saymış olur. Hatırlayalım, 15 Haziran 1923 yılında kurulan Kadınlar Halk Fırkası’nı kim, neden kapatmıştır? Kılık kıyafete yönelik yapılan değişikliklerle, 1925 yılından itibaren peçe kullanımı yasaklandı. Kadınların yüzlerini kapatan bu zihniyet, bu tarihte resmi olarak toplumsal hayata dahil edildi. Ama kadınlar yıllarca buna yönelik yayınlar yaptı. Aynur Demirdirek “Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının Bir Hikayesi” isimli kitabında buna yer verdi. Şubat 1914 yılında, Kadınlar Dünyası isimli dergide Aziz Haydar’ın kaleme aldığı şu satırlara kulak vermek gerekir: “Bizim bugünkü kıyafetlerimiz, ne dinidir ne sıhhidir, ne ahlakidir. Şeriat-ı Muhammediyede peçe yoktur. Vardır diyen ispat etsin…” Diğer taraftan bir örnek verelim; 1993 yılında Sivas’ta Madımak Otel’deki yangını kim çıkarmış ve birçok aydının yanarak ölmesine kim imkan tanımıştır? Kısacası Türkiye’nin sorunu, Cumhuriyet’in getirdiği laiklik ya da Dindarların dayattığı muhafazakarlık değil, demokrasi sorunudur. Bu da söz edilen iki kutuplu düşünce sistemi ile yaratılamayacak denli derin bir mevzudur.
Kuzeyimizde yer alan büyük yarım ada, çok uzun yıllardır bir karmaşanın içinde sürüklenip gidiyor. Bu süreçte kendisine bağımlı olduğumuz için, birçok alanda yaşanan sorunlar bize de sıçradı. Kıbrıs Türk toplumuna sunulan Türklük çorbasına tuz niyetine katılan Müslümanlık sorgulaması da eklenince, ufak çaplı bir karşı çıkış yaşandı. İnanç yönünden farklı tatları içimizde barındırdığımız için, ister istemez Kemalizm vurgusuna sarıldık. Ama bu da pek çok konuda olduğu gibi, bizim meselemiz değil. Yine bir dayatma var ve biz buna karşı Türkiye’deki bir kutbun uyguladığı yöntemleri kalkan olarak kullanıyoruz. Hatta bu grupta, kendini sol ideoloji içinden tanımlayanlar da var. Beni hüzünlendiren de bu. Artık sorunlar yanında çözüm yollarını da ithal etmeye başladık. Bunun nereye varacağı belli olmaz. Kendi demokrasi anlayışımıza sarılmak dururken, siyasi semboller üzerinden kendimizi var ettiğimizi düşünmek, yok oluşla eş değer. 1974 yılında “kurtarıldığımızın” yıllardır başımıza kakıldığını unutmayalım. Aslında hepsi aynı merkezden yeşeriyor. Düşünce sistemi iki farklı zeminden yükseldiği söylense de benzer noktalarda birleşiyorlar. Biri bize “besleme” derken diğeri Kıbrıs’ı milli davası olarak görüp buradaki toplumu nesneleştiriyor. İlla ki topluma enjekte edilen dindarlığa karşı çıkacaksak, bunu Mustafa Kemal üzerinden değil, kendi değerlerimize bağlı kalarak yapmalıyız. Hele de yürek solun en morundan atıyorsa, tek bir kahramandansa toplumun gücüne inanmak gerekir diye düşünüyorum. Sizce yanılıyor muyum?