1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘’Ne Mutlu ‘İNSANIM’ Diyene!’’
‘’Ne Mutlu ‘İNSANIM’ Diyene!’’

‘’Ne Mutlu ‘İNSANIM’ Diyene!’’

14 Mayıs seçimlerini varoluş/yokoluş kertesinde önemli kılan da, ülke ve yaşam üzerine, siyasal-ekonomik-toplumsal-kültürel, her alanda karabasan gibi çöken ayrıştırıcı/kutuplaştırıcı baskıcı bu anlayışın devamına mı yoksa sona ermesine mi karar verilecek

A+A-

Hakkı Yücel
[email protected]

‘’Kimliklerimiz bizi biz yapan varlığımızdır, onurla sahip çıkmamız gerekir, onları seçemeyiz. Onlarla doğarız, büyürüz ve yaşarız. Ancak hayatta seçebileceğimiz şeyler vardır. İyi bir insan olmayı, dürüst olmayı, ahlaklı olmayı, vicdanlı olmayı, erdemli ve adil olmayı seçebiliriz.’’

Kemal Kılıçdaroğlu

İnsanlık tarihinde Aydınlanma ile başlayan ‘modern dönem’, geçmişten farklı olarak hayatın bütün alanlarında karşılık bulacak köklü değişim/dönüşümleri içkin yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır. Bu bağlamda -oluşan ‘nesnel’ koşulların da harekete geçirici zemin teşkil etmesiyle- siyasal alana damga vuracak ve de bugünlere dek devam ede gelecek olan en belirgin değişim ise, imparatorlukların yıkılması ve ‘ulus-devlet’lerin kurulması biçiminde tezahür edecektir. Burada yeni formuyla ‘devlet’, imparatorlukların geniş topraklarına nispetle daha dar ölçekli, sınırları belirgin bir coğrafya; yeni bir oluşum olarak ‘ulus’ ise o devletin içinde yaşayanların imparatorlukların heterojen karakter gösteren kolektif toplumsal yapısından farklı, homojen bir mahiyet taşıyan -bunu hedefleyen- insanlar toplamı olarak tanımlanacaktır. Bu tarihsel seyir içinde yeni bir yapı olarak ‘Ulus-devlet’lerin oluşum süreci, önce ‘ulus’ sonra ‘devlet’ inşası biçiminde tecelli edebileceği gibi, önce ‘devlet’ sonra ‘ulus’un gerçekleştiği örnekleri de içkin olacak, ancak her halükârda ulusun mensuplarının ortak bileşenlerde buluşmaları esas olarak kabul edilecektir. Öyle ki bu inşa sürecinde çimento unsuru teşkil edecek ‘ulusal kimlik’ler, homojeniteyi sağlamak bakımından başta ‘etnik/ırk’ temelli bileşen olmak üzere, konsolidasyonu artıracak ek unsurlar da -‘din’, ‘dil’ vb.- içerecek; bu bileşenler üzerinden çizilerek belirlenen sınırlar kapsamına sığmayan/farklı unsurlar ise son kertede belirleyici/egemen olan büyük yeküne tabi ‘azınlıklar’ -bu tabiyet ilişkisi genellikle gerilimli/baskılayıcı mahiyet arz edecektir- olarak varlıklarını sürdüreceklerdir.

Bu tarihsel gelişimden de anlaşılacağı üzere süreç içinde açığa çıkan çarpıcı gerçeklik ‘ulus-devlet’lerin ve de ‘ulusal kimlik’lerin ezel-ebed olmadıkları, tarihin belirli bir döneminde (nesnel koşulların olgunlaştığı dönemde) yani sonradan ortaya çıktıkları, inşa edildikleri (A.Giddens’e referansla söylenecek olursa bu ‘inşa süreci’ni modernizmin/modern aklın ‘nerede-ne zaman’ sorularına verdiği özgün yanıt belirleyecektir ki, bu yanıtın mahiyetini coğrafya ile tarihin ortak bir hikâyede buluş(turul)ması, buradan anlam kazanması olarak tanımlamak mümkündür ve bu da sürecin ‘nesnel’ koşullar yanında bir başka etkin unsuru olan ‘öznel’ koşulları ifade etmektedir) bir başka deyişle kurgusal -bir o kadar da hayali- olduklarıdır. Şimdiden sonra uluslararası sistem ulus-devletlerin biraradalığında karşılık bulacak, ilişkiler bu zeminde güç-çıkar mücadelesi olarak seyredecek, arka planda ise her ulus-devlet’in (ve de ulusal kimlik’in) kendini biricik kabul ettiği bir hikâye (milliyetçi/ideolojik zırha bürünmüş, semboller ve anlatılarla zenginleştirilen bir hikâye) sürekli olarak tekrar edilecek, bu ilişkiler ağının/biçiminin tarihsel içinde seyri ise, kimileyin maliyeti çok ağır (savaşlar/yıkımlar/acılar) olaylar sahne alacaktır. Bu gelişim sürecinde, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, ulus(al) aidiyetli kimliğe/ulus-devlete alternatif olarak ‘sınıf’ aidiyetini esas alan devletin oluşması ve bu esasa dâhil ‘enternasyonalizm’ ilkesiyle, ardı sıra genişleyen bir ‘blok’un (devletler toplamı ‘sosyalist blok’un) ortaya çıkması, insanlığın yaşadığı felaketleri/acıları aşacak yüksek değerleri içkin büyük iddialarının aksine, hâkim yapıyı ve bununla örtüşen zihniyet dünyasını öngördüğü/hedeflediği oranda değiştiremeyecektir.

Bu süreçte, bir başka (yeni) döneme geçişin işareti sayılacak büyük kırılma 20. yüzyıl sonu itibarıyla yaşanacak, öngörülemeyen bir hızla yaşanan gelişmeler, sosyalist blokun çöküşüyle iki kutuplu dünyanın sonunu getirecektir. Yıkımın büyüklüğü, ona direnemeyen ‘modern dönemi’n ve onun ‘zihniyet dünyası’nın miadının dolduğunu açığa çıkaracak, bu da kaçınılmaz olarak yeni başlangıçları zorunlu kılacaktır. (Burada evrensel ölçekte değişimi zorlayan teknolojik/ekonomik/toplumsal koşulları hatırla(t)mak da gerekmektedir). İlk etapta belirsizlik ve kaos öne çıksa da -bu durumun aşıldığını söylemek hâlâ zor-, aynı anda modern döneme damgasını vuran ve de siyasal/toplumsal dikey bölünmelere/kutuplaşmalara yol açan keskin ideolojik ayrışmaların güç yitirmeleri (bu bağlamda sıklıkla dillendirilen ‘büyük anlatıların/ideolojileri sonu’ tanımlaması onları tümden yok sayacak kadar abartılı biçimlerde kullanılıyorduysa da, aşikâr olan mevcut halleriyle güç yitirdikleri, yaşanan gelişmeler karşısında geçersiz kaldıklarıydı) yeni imkânlar için zemin teşkil edecektir. Bir başka ifadeyle yaşamın her alanında görülen kes(k)in/sınırlayıcı ideolojik eksenli ‘dikey ayrışmalar/bölünmeler’; o kes(k)inliğin gevşemesi/sınırlarının esnemesiyle yatay anlamla buluşmaları/yakınlaşmaları (farklılıkların biraradalığı/çok kültürlülük) gündeme getirecek, bu da  ‘demokrasi’yi (şimdi artık potansiyel olarak çok daha gelişmiş, daha radikal talepleri ve uygulamaları içkin demokrasiyi) ortak siyasal hedef/sistem olarak öne çıkarırken, yeni döneme geçişin somut adımları da atılmaya başlanacaktır.

Bu bağlamda çarpıcı bir örnek, başlangıcı ‘ekonomik işbirliğini’ne dayanan ve küçük ölçekli bir yapı olan ‘Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun, artan katılımcılarıyla ‘Avrupa Birliği’ adı altında ve de ‘ulus-ötesi’ karakteriyle yeni dönemin ruhuna uygun, alternatif yeni siyasi bir yapı olarak tarih sahnesine çıkmasıdır. Burada ‘devlet’ ölçeğindeki yapısal değişiklik (ulus-ötesi), ‘kimlik’ düzeyinde de karşılık bulacak, ‘ulusal-kimlik’leri daha üst-kuşatıcı bir kimlik olarak ‘Avrupa(lı) kimlik‘le buluşturma çabası hız kazanacak, bu durum da şimdiye dek şu ya da bu ölçüde bastırılmış kimliklerin (azınlıkların) özgürleşmesini sağlarken, etnik, dinsel aidiyetlerin/kültürlerin birbirlerine üstünlüğü yerine, kurum ve kurallar kapsamında farklılıkları/kültürleriyle bir arada yaşamaları, özcü kimlik anlayışlarının ortak değerleri gözeten eşit vatandaşlık anlayışıyla ikame edilmeleri yönünde ciddi katkılar sağlayacaktır. Ancak şu da vardır ki tarihten gelen yerleşik alışkanlıkların aşılmasının bu bağlamda radikal zihniyet dönüşümlerini, haliyle zorlu bir süreci gerektirdiği gerçeği, bu gereklerin yeterince yerine getirilememesi nedeniyle başlangıçtaki olumlu ve iyimser havasını koruyamayacaktır. Nitekim en somut biçimiyle Avrupa Birliği bünyesinde ve yine şu ya da bu oranda dünyanın başka yerinde yeni dönem ve insanlık adına umutlu bir geleceğin başlangıcını ima eden bu türden olumlu gelişmeler, zamanla hız kesecek, şimdiye dek bastırılmış kimliklerin artan hak talepleri, henüz geçiş sürecinin yaşandığı ulus-devletler/ulusal kimlikler bünyesinde tepkiyle karşılanacak, bir bakıma geriye dönüş (ırkçılık, yeniden ulus-devlete ve ulusal kimlikler sığınma dürtüleri, otoriter anlayışlar, insanlık ailesinin tümünü kucaklayacak ortak değerler karşısında yeniden galebe çalmaya başlayacak) emareleri gözlenecektir. Aşikâr olan şudur ki, insanlığın esenliğe ulaşması, tükenen eskinin yerini alacak her bakımdan daha iyi bir dünyanın inşası zorlu-meşakkatli bir süreci, zihniyet dönüşümünü sağlayacak güçlü iradi talebi/genişliği, gayreti ve de sorumluluğu gerektirecektir.

Bu noktada, 14 Mayıs’ta cumhuriyet tarihinin en kritik seçimine gidecek olan Türkiye’de son yirmi yılda (AKP iktidarı döneminde) yaşananlara bakıldığında görünen şudur: İktidar döneminin ilk yarısında o döneme kadar egemen olan kimlik anlayışından hareketle oluşan ‘dikey ayrışma’dan, bu ayrışmanın temeli ‘ideoloji-ırk-din-mezhep’ ayrımı göstermeden farklılıkların bir aradalığını gözeten ‘yatay buluşma’ yönünde adımlar atılırken ve de ulus-devlet içine kapanmaktan öte gelişmiş demokrasilerle uyumlu, Avrupa Birliği’ne girme sürecini hızlandıran yenilikçi bir anlayış sergilenirken (sahiciliği-samimiyeti, gizli ajandasının ne olduğu tartışmaları bir yana); iktidarının ikinci yarısında bunun tam karşıtı bir hüviyete bürünülmüş, kimlik olarak özcü bir anlayışla, ‘ırk(Türk), din (Müslüman), mezhep (Sünni/Hanefi)’ bileşenleri esas alınarak bunun dışında kalanlar düşmanlaştırmak suretiyle ayrıştırılmış, keza sürekli tehdit olarak algılanan ‘dış düşman’ söylemi ve ‘yerli-milli’ vurgusuyla içe kapanma/ceberrut devlet tavrı şiddet dozu giderek artan biçimde sergilenir hâl almıştır.

14 Mayıs seçimlerini varoluş/yokoluş kertesinde önemli kılan da, ülke ve yaşam üzerine, siyasal-ekonomik-toplumsal-kültürel, her alanda karabasan gibi çöken ayrıştırıcı/kutuplaştırıcı baskıcı bu anlayışın devamına mı yoksa sona ermesine mi karar verilecek olmasıdır. İşte tam da bu noktada, ‘Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bugüne kadar sergilediği tavır ve yaklaşımlar fazladan anlam kazanmaktadır. Şöyle ki, daha seçim sürecinin başında uzlaşmaz gibi görünen siyasi partilerin/anlayışların bir araya gelmesindeki katkısıyla (‘yatay buluşma’) umutlu bir gelecekten yana ve de yeninin inşasına dair ciddi adımlar atan Kılıçdaroğlu’nun, yine geçtiğimiz günlerde yayınlanan -girişte bir kısmını epigraf olarak aktardığımız- gençlere yönelik videosunda ‘Alevi’ kimliğinden yola çıkarak ‘kimlikler’ kapsamında söyledikleri ise, muhtevası ve samimiyetiyle her türlü melanete gebe -örnekleri sıklıkla görülüyor- kutuplaşmaları aşacak, bir arada yaşamanın zeminini sağlayacak değerdedir. Konuşmasında kimliklerin raslantısal oldukları gerçeğine vurgu yapması, keza bütün kimlikleri mensupları tarafından değerli bulunarak sahiplenmeleri gerektiği yönündeki uyarısı yanında, yine kimliklerin belirli sabitelere hapsedilmek yerine öteki/farklı/azınlık olanla eşit koşullarda bir arada yaşamak adına, çok daha yüksek değerlerle mücehhez (dürüstlük, vicdanlı, ahlâklı, erdemli ve adil olmak gibi) olmalarının önemini belirtmesi, keskin toplumsal/siyasal ayrışmalarla ve de çatışmalarla malûl Cumhuriyet tarihinde, o maluliyeti gidermek adına en çok ihtiyacı duyulan ‘zihniyet dönüşümü’nü işaret etmesi kadar, ‘kimlik’lerin değişime/dönüşüme açık dinamik çok boyutlu yapısını hatırlatması bakımından da dikkate değerdir. Bu aşamada kritik soru ise bu anlayışın 14 Mayıs’ta ne oranda kabul göreceği, sadece bu kadar da değil, kabul görürse sahiciliği ve samimiliği, ne oranda hayata geçirilebileceği ve de sürekli kılınabileceğidir.

Şu da var ki, Türkiye gerçeği ve 14 Mayıs seçimleri vesilesiyle gündeme gelen bu sorular yanında, bugünün -bugünün çivisi çıkmış dünyasının-, sadece bir coğrafya/devletle ve onun mensuplarıyla sınırlı olmayan, evrensel ölçekte geçerli, yeryüzünü kuşatan sorusu da, günümüz insanının şimdi ve bundan sonra yaşamını mutlak sabiteler üzerine kurulu, özcü ideolojik/politik/kültürel kimlikler kapsamında, ayrıştırıcı, çatışmaya açık ve de birinin diğerine üstünlüğünü dayatan hiyerarşik ilişkiler içinde mi; yoksa kimliğini dinamik ve karşılıklı etkileşimlere açık, yeryüzündeki ‘’insanlık ailesi’’nin parçası olarak kabul ederek; daha net bir ifadeyle ‘kimlik’ini ‘insan’ olmaklığına önceleyen değil, ‘insan’ olmaklığını ‘kimlik’ine önceleyen,  farklılıkları içkin o büyük (evrensel) aile bünyesinde, ortak değerler/yasalar zemininde, eşitler ilişkisi içinde mi sürdürme iradesi gösterip göstermeyeceği olsa gerektir.

İşte bu yüzden artık yaşanabilir bir dünya ve gelecek adına ‘kim’ olunduğu sorusunun yanıtı, sınırları aşacak, yeryüzü genişliğinde ve ortak değerler/haklar zemininde bütün insanlığı kuşatmanın sorumluluğunu, onurunu ve mutluluğunu içkin, şu cümle olmalıdır: 

‘’Ne mutlu ‘İNSANIM’ diyene!’’                 

Bu haber toplam 4115 defa okunmuştur
Gaile 501. Sayısı

Gaile 501. Sayısı