Ne yapsanız, bölemezsiniz...
Biz Akdenizliyiz. Sadece coğrafi bir kimlikten bahsetmiyorum, davranış biçimiyle de kendimize özgülük vardır. Nedir bu özgülük: Yüksek sesle hatta kavga eder gibi konuşuruz, saman alevi gibi parlar sonra da söneriz, kızarız, sövsek saysak da, bir zaman sonra aynı masada, sövüp saydıklarımızla yemek de yiyebiliriz. Bunun özünde aslında “kin güdmemek” yatmaktadır.
Kitleleri peşinden koşturan iki oluşumda, bunların örneklerini yüzyıldır görmekteyiz. Politikada ve Futbolda...
“Derby” denen maçlarda aynı mahalleden farklı bölgelere kadar, tuttuğumuz takımın hararetli savunuculuğunu yaparken, savurduğumuz kelimelerin haddi hesabı olmazken, maç sonrası yiyip içmeye birlikte gidildiği gibi, birbirini sert bir şekilde eleştiren politikacıların, program sonrası birlikte çorbacıya gidebildikleri de bizlere hiç yabancı davranışlar değildir. Benim gibi düşünmeyenin “düşman” görülmediği bir kültürde yoğrulduk, yoğrulmaya devam ediyoruz. Baba, başka bir partinin savunucusuyken, evlat tam karşıt bir partinin militanı, savunucusu olabiliyor. Sandığa birlikte gitseler de farklı partilere oy vermeyi aile içerisinde hazmedebilen, farklı görüşte olup hatta “uç” olanlara dahi saygıda kusur etmeyen, kapısını çalanın kimliğine, görüşüne bakmaksızın buyur etmeyi bilen bir toplumuz.
Evet biz Akdenizliyiz... Belki bunda yüzyıllardır farklı medeniyetlerin egemenliğinde kalışımız, farklı kültürlerden “zengin” bir kütür oluşturmamızın mutlaka büyük bir etkisi vardır.
Ninemiz başını örtüp hatta kara çarşaf giyerken Atatürkçülüğünü hiçbir zaman unutmamış, dindar olmamakla birlikte dini vecibelerini gerektiğince yerine getirdi, kimisi oruç tuttu kimisi şarabını yudumladı. Ama hiç kimse de yüzyıllardır çıkıp bunu neden böyle yapmadın deyip de şiddete baş vurmadı. Herkes istediği, yüreğinde ve ruhunda hissettiği gibi yaşadı, yaşamaya devam ediyor.
Dinin “dokmacılığından” değil, okumadan, sorgulamadan ve kendi doğrularını bulmadan yana oldu. Hiçbir zaman kendi toplumu içerisinde ne bölücülük yaptı ne de bölücülük yapmaya yeltenenlere prim verdi. Bundandır ki farklı siyasi görüşleri oluşturan siyasi partilerin “bölücülükle” işi olmadı, farklı futbol takımlarını tutanlar da.
Her kışkırtma karşısında sakin olmayı mutlak hareket olarak algılamış, tepkisini, “insancıl” ve “demokratik” şekilde kullanmak için yolunu yordamını seçmiştir.
Kendi aralarında kışkırtmaya çalışanları hiç barındırmamış, onları bir sakız gibi dışarıya tükürmüştür.
Bundan dolayıdır ki bu memleketi mesken tutan ama bu memleketin kültürünü, havasını, Akdenizliliğini sindirememiş, o kültürün ve hoşgörünün bir parçası olamamış kesimlerin kışkırtmaları, soğanın cücüğü gibi hep ortada kalıp görünür olmuştur. Bu cücükler bakıp gördüler ki, şu Kıbrıslıları birbirine düşüremiyorlar o zaman 1974’den bu yana pişirilip pişirilip toplumun önüne konulan Türkiye-Kıbrıslı kışkırtıcılığıyla prim yapmaya çalışmışlardır.
Ve yllardır anlaşılmamış ya da anlamak istenmemiştir; bu toplumun gösterdiği tepkinin hedefinin Anadolu halkının, insanın değil, hükümetleri olduğu. Bilerek ve isteyerek “hükümetlerin”bu topluma karşı uygulamaları dışarda bırakılıp her iki toplumu da birbirine düşürmenin yolunu onlarca yıldır arar durur oldular.
Nice Kırıslı insanımız eğitimini Türkiye’de aldı, almaktadır, nice dostlarımız oldu dostluklarımızı sürdürdüklerimiz, nice Türkiyeli yazarlar yoldaşımız, bilgidaşımız ve hayalimiz oldu. Nice besteler, müzikler ruhumuzun bir parçası olarak yürüdü bizlerle birlikte. Nice akrabamız, dünürümüz, yeğenimiz, eşimiz, oldu şu Anadolu insanı. Bunları yadsımak, görmezden gelmek, at gözlüğüyle bakmaktan farksızdır.
Ama her defasında bu “bölünmüşlük” isterisi ya da bölmeye yönelik isteri, kimi zaman bir parti, bir dernek, bir kulüp olarak karşımıza çıktı, kimi zaman bu toprakla hiçbir bağlantısı olmayan piyonlar tarafından gündeme getirilmiştir.
Tüm halkların kardeş olduğunu savunan ve böyle gören, şiddetle değil, söz ve yazyıla düşüncelerini anlatan bu ada’nın insanları, bu hoşgörü, kültür ve barışçılığıyla kazanmaya devam edecektir.