Ne yargıya, ne polise...
Kenan Evren’in, ‘asmayalım da besleyelim mi?’ dediği Erdal Eren’in idamının 33’üncü yıldönümüydü geçenlerde.
12 Eylül darbesinden aylar önce, sıkıyönetim döneminde Ankara’da düzenlenen bir protesto gösterisi sırasında bir askeri öldürdüğü iddiasıyla hüküm giyen 17 yaşındaki Erdal Eren’in idam kararı, gerekli delil bulunmaması gerekçesiyle Yargıtay 3’üncü Dairesi tarafından iki kez bozulmuş, ancak Eren buna rağmen asılmıştı.
Hem de yaşı idama cevaz vermemesine rağmen, gayrı yasal bir şekilde kağıt üzerinde ‘büyütülüp’, 18 yaşındaymış gibi gösterilerek.
O dönem idam kararını iki kez bozan Yargıtay Dairesi üyelerinden emekli hakim Ahmet Turan, uzun yıllar sonra Vatan Gazetesi’ne verdiği demeçte, yargıyla ilgili şöyle konuşmuştu:
“12 Eylül 1980’de Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları’nın yönetimde iş başına gelmesiyle, Anayasa yürürlükten kaldırıldı. Biz Yargıtay Mahkemesi olarak Anayasa’ya göre kurulmuş kuruluşlarız. Anayasa ortadan kalktığına göre işlevimiz kalmadı. Asker yönetime el koyduktan sonra istifaları ve emeklilikleri durdurdu. 12 Eylül harekatını beğenmeyenler ayrılıp gidebilirdi. Buna mani olundu. 1981 Ağustos’un da ayrılmak isteyenler için 15 günlük bir süre tanıdılar. Ben ve 17 arkadaşım ayrıldık. Benim yaş haddime 8 sene vardı ama erken emeklilik istedim. Anayasa olmadığı için emre göre görev yapmam gerekiyordu. Onu da ben kabul edemezdim. İsteğe göre karar vermek durumundasın demektir. Anayasa yoksa, garantin de yok demektir. Eğer emre göre karar vermek istemiyorsan yapılacak olan iş ayrılmaktır. Emirle hakimlik olmaz”.
***
Türkiye şu sıralar, büyük bir yolsuzluk ve rüşvet skandalıyla çalkalanıyor.
Skandalın su yüzüne çıkış nedeni, muhtemelen AKP iktidarı ile iktidarın ana destekçilerinden Gülen Cemaati’nin yollarının ayrılması.
Dershaneler meselesiyle afişe olan AKP-Cemaat kavgasında, ‘meşhur Cemaatçi’ Hakan Şükür’ün partiden istifasını takiben ilk büyük darbe, Cemaat’ten geldi ve aralarında birçok bakanın ailesinin de yer aldığı devasa bir yolsuzluk skandalı ifşa edildi.
Gelişmeleri zaten yakından takip ediyorsunuz.
Önce tutuklamalar, ardından karşı hamle olarak Emniyet Teşkilatı’nda bir çok müdürün görevden alınması, sonrasında ise pek çok önemli mevkiyi ‘Cemaatçilerden’ arındırma operasyonları...
‘Perdenin gerisinde uluslararası oyuncular var mı, AKP iktidarının Ruhani liderliğindeki yeni İran yönetimiyle yakınlaşması sonucu rahatsızlığı iyice artan İsrail’in bu yaşananlardaki rolü ne?’ gibi soruların cevapları, meselenin derinlerini anlayabilmek açısından elbette önemli.
Ama elbette birinci derecede önemli olan, yolsuzluğun bizatihi kendisi.
Ve fakat bu skandalın, Türkiye açısından ortaya çıkardığı bir diğer vahamet, Emniyet Teşkilatı’nın kollarının, her dönem biraz daha ‘derinlere’ uzamakta oluşu.
Böylesine büyük bir skandal, bir anda, tam da (!) AKP ile Cemaat arasında sular bulandığında su yüzüne çıkıveriyor.
Polis, Cemaat’in ‘istediği’ anda devreye giriyor!
***
Yargı ve polis, adına devlet denen örgütün, adli anlamda bel kemiği.
Vatandaşın bu sistem içerisinde kendini güvende hissedebilmesinin yolu, kamu düzenini sağlamakla yükümlü olan polise ve adaleti sağlamakla yükümlü yargı organlarına güvenden geçiyor.
Oysa Türkiye, dün olduğu gibi bugün de ne yargısına ne de polisine güvenebilen bir ülke.
Bugünün sözde demokrasisinin, ’egemenlerin hukukunun ve düzeninin korunması’ bağlamında, 1980 döneminin sıkıyönetiminden pek bir farkı yok.