Nebil Özgentürk; “Kuzeyin de güneyin de hikâyesini anlatmak isterim”
“Buraya gelmek, hikâye anlatmak isterim. Elbette bu hikâye hem kuzeyin hem güneyin hikâyesi olacak. Siz burada yaşarken bazı şeyleri göremeyebilirsiniz ama dışarıdan gelen bir göz bunu daha iyi görebilir.”
Simge Çerkezoğlu
Yakın Doğu Üniversitesi İletişim Fakültesi geçtiğimiz günlerde çok önemli bir ismi, belgeselci, yapımcı, gazeteci, yazar Nebil Özgentürk’ü ağırladı. Yıllardır yüzlerce belgeseliyle tanıdığımız, insanların gizli kalmış hikâyelerini gün yüzüne çıkaran, bilinen olayların, bilinmeyen yönlerini bıkmadan bizimle paylaşan Özgentürk, otuz yılı aşan meslek hayatında sanırım en az kendini anlattı. Oysa bunca yıldır yaşadıklarıyla, biriktirdikleriyle, dinledikleriyle kimbilir onda ne hikâyeler saklı kaldı. Türkiye’de gazeteci olmanın zorluklarıyla başlayan sohbetimiz, ilk muhabirlik yıllarına, Kıbrıs’ta yaşadığı altı aya ve ilk kez deneyeceği sinema filmine dek uzandı. Hep kayıt tutan Özgentürk, bu kez kendi hikâyesini samimiyetle anlattı.
“TÜRKİYE ŞU AN KÂBUS GİBİ BİR MEDYA ORTAMINDA YAŞIYOR”
Öncelikle Nebil Özgentürk’le Türkiye’de gazeteciliğin bugünkü durumunu, bu şartlarda kendini nasıl konumlandırdığını, neler hissettiğini konuştuk. Samimiyetle anlattı. Üzüntüsünü bizimle paylaştı.
“Ben şu anda Türkiye’de bir gazeteci, belgesel yapımcısı olarak çok mutsuzum, en mutsuz olduğum dönemi yaşıyorum. Bunu sadece kişisel olarak da görmüyorum. Ben meslektaşlarımdan dolayı da mutsuzum. İnsanın mesleğini sevmesi lazım, mesleğini özgürce yapması lazım... Ne yazık ki bu özgürlük ortamı en kıraç dönemini yaşıyor. Yok denecek kadar bir özgürlük söz konusu. En kötüsü ise yapılan oto sansür. Sadece sosyal medyada minik özgürlük alanlarımız var. Ortada üç tehlike var. Bir kere medya organı anlamında tehlike büyük. Medya patronlarının bağımsız olmadığı, yaptıkları başka işlerden dolayı iş dünyasıyla ilişkilerini sürdürebilmek için kendilerini koruma kaygıları var. İkincisi muhalif gazetecinin iktidar tarafından, adaletsiz bir sistem tarafından kıskaca alınması tehlikesi var. Bu zaten kafadan insanı bağlayan bir durum. Bunun devamında insanlar hem bu tedirginlikle, hem de işsiz kalmamak için sıradan şeyler yazmaya başlıyorlar. Bakın şimdi gazetelere, çok muhalif duran gazeteci arkadaşlarımız artık hiçbir yerde kendine iş bulamıyor. Nereden nereye. Kendimden bakıyorum ben mesela dokuz yıl önce haftada üç gün program yapardım. Bir Yudum İnsan, Yaşamdan Dakikalar, Sanatımızın Hatıra Defteri… CNN Türk ve ATV’de programlarım yayınlanırdı. Ben konuk olmaktan, konuk olmaya dolaşır dururdum. Oysa benim gibi pek çok arkadaşım şu an yok. İşsiz bırakıldılar. Ekrana çıkarılmıyorlar. Ekranda onlara yer yok. Bir televizyon var, orada muhalefet yapılıyor. Orada istediğinizi söyleyebilirsiniz diyebilirsin tabii ama orada da etkisiz kalıyorsunuz. Güçlü medya organları, popüler organlar bizler, muhalif insanlar yer alıyorduk. Meseleye sadece muhalif olarak da bakmayalım sadece Gezi Parkı eylemlerine gitti diye yıllarca dizilerde oynatılmayan, ekranlara çıkarılmayan insanlar var… Bu durum böyle, kimse de buna itiraz etmesin. Türkiye şu an kâbus gibi bir medya ortamında yaşıyor. Şu anda en özgür ortam sosyal medya, ben geç dahil oldum ama bunu fark ettim. Elbette orada yazdığınız bir şey için de sizi hapse atıyorlar, bu şekilde içeride olanlar da var ama en azından basın patronuna, kırk tane kurala boğulmadan bir fikir beyan edebiliyorsun. Şu anda düşünün ki ekmeğe yapılan zammın bile haberi yapılamıyor. Bırakalım siyasi meseleleri gazeteci, medya dediğin halkın sorunlarını da anlatandır. O bile yapılmıyor. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi iktidarın diye köprüyü bile eleştiremiyorlar. Bundan daha kötü bir şey olabilir mi? Hem de ne fırça… Ankara fırçası, patron fırçası, genel yayın yönetmeni fırçası, editör fırçası… Tabii tüm bunlar sonucunda da oto sansür durumu. Bundan daha tedirgin edici bir şey yok. O yüzden ben kendi ortamımda, bağımsız belgeseller yapmaya çalışan, tek başıma barışı isteyen, onu savunan, onun için çalışan bir insanım. Ben her şeye rağmen iyi durumdayım. Belgesellerim dünyanın farklı noktalarında gösteriliyor. Kimse sanmasın ki yenildik. Ülkemde yaşananlardan mutsuzum ama. Çok kolay tehdit ediliyorsunuz. Türkiye’de tetikçiler türedi. Ekranda, gazetelerde yer alıyor sanki sizi devletten güç alarak tehdit ediyormuş gibi davranıyor. Bu da insanı yılgınlaştırıyor. Kolunu, kanadını kırıyor. Ama bu yenildi anlamına gelmiyor da bu kadar mı insanlar haksız, hukuksuz içeriye atılır, bu kadar mı sorgusuz, sualsiz insanlar işsiz bırakılır, bu kadar mı koca bir medya renksiz bırakılır. İnanın biz 12 Eylül darbesinden sonra bile, bunları yaşamadık. Yine de her şeye rağmen doğru şeyleri söylemeye, vicdanlı olmaya, adaletli olmaya devam ediyoruz. Israrla bu şekilde yürüyen insanlara da çok saygı duyuyorum. Türkiye’de elbette mücadele eden, meseleleri çok iyi anlatan, isyan eden koca da bir kitle var.”
“HER İNSANIN BİR HİKÂYESİ VARDIR, ÖNEMLİ OLAN ONU ANLATTIRMAKTIR”
Türkiye’nin tarihine ışık tutan, bildiğimiz insanların bilmediğimiz gerçeklikleriyle bizi aydınlatan Özgentürk, neden çoğunlukla insan hikâyeleri anlatma yönünde tercihte bulunduğunun detaylarını samimiyetle anlatıyor.
“Elbette bir tarihçi değilim ama yakın Türkiye tarihini, bazen de tabii bölge tarihini belgesel yöntemiyle anlatmayı çok seviyorum. Daha çok otobiyografik belgeseller yapıyorum. İnsanların derinlerinde çok şeyler taşıdığını düşünüyorum. Her insanın bir hikâyesi vardır. Önemli olan onu anlattırmaktır. Ben yedi yüze yakın portre yazdım. Belgesellerini yaptım. Bunlar elbette bir özgeçmiş mantığı ile yapılmadı. İnsanların hayatlarındaki ilginç anektodları yan yana getirerek, ortaya roman tadında anlatım çıkardım. Tüm belgesellerimin özeti bu. Atıf Yılmaz, Yaşar Kemal, Atilla İlhan ve daha niceleri. Bir külliyat oluştu. Mesela Atilla İlhan 17 yaşında lisedeyken sevgilisine yazdığı mektupta Nazım Hikmet şiirini kullandığı için okuldan atıldı, akıl hastanesine sokuldu… İşte ben böyle farklı detaylar arıyor, buluyor anlatıyorum. Bunları anlatırken zaten Türkiye’yi de anlatmış oluyorum. Ben bu işi çok sevdim, gazetecilik mesleği içinde kendime bu alanı seçtim. Bu alanda uzmanlaştım. Kendime biyografi alanını seçtim.”
“SEÇİM SIKICILIĞININ İÇİNDE KIBRIS’TA BİR BM KÖYÜ ÖYKÜSÜ YAZARDIM”
Mesleğe ilk başladığı yılları, muhabir olma çabalarını sohbetimiz sırasında yâd eden Özgentürk, ilk röportajlarını, unutulmaz anılarını, esinlendiği isimleri tek tek sıralıyor. Tüm o günleri anlatmıyor, adeta yeniden yaşıyor…
“Mesleğe ilk başladığım yıllarda, aylarca Kıbrıs’ta yaşadım. Günaydın gazetesi için buradaki seçimleri takip etmek üzere adaya gelmiştim. O yıllarda Günaydın gazetesini Asil Nadir satın almıştı. Ama seçimleri izlerken, ben sürekli kaçar, Pile köyüne gider, oradaki güzel insanlarla röportajlar yapar, gazeteye gönderirdim. Seçim sıkıcılığının içinde adeta Birleşmiş Milletler köyü öyküsü yazardım. Aslında böyle başladı her şey. Öyle sanıyorum ki haberci olmayı çok sevmedim. Çok iyi de bir haberci olamadım. Fakat bu dünyaya girmek için bir süre adliye muhabirliği bile yaptım. Tabii bunun yanında beni röportaja yönlendiren bir başka etken Cumhuriyet gazetesinde okuduğum Yaşar Kemal ve Fikret Otyam röportajları oldu. Onlar herkesin gördüğünü değil de kimsenin görmediğini anlatırdı. Sanırım onlara özendim. En çok da insanların kişisel yaşam öykülerini sevdim. 1992 yılında Sabah gazetesinde bana böyle bir imkân doğdu. Her hafta yaşam öyküsü anlatmaya başladım. Bu röportajlara başladığımda İstanbul’da ünlü yazar Tolstoy’un torununun yaşadığını öğrendim. Onunla röportaj yaptım. Sonra 6-7 Eylül olaylarında azınlıktan birinin yaşadığı acıları anlattım. İlk başta ünlü olmayan, tanınmayan insanların hayatlarını öykü tadında yazmaya başladım. Sonra ünlü olan, tanınmış insanların hiç bilinmeyen hikâyelerini anlatmaya başladım. Yaşamlarındaki özel anekdotları, onlara dair okuduğum bilgiler içerisinden, satır aralarına saklanan detaylardan yola çıkarak buluyor, sorular soruyor böylece çok farklı hikâyelerin ortaya çıkmasını sağlıyordum. Bu çok sevildi. Çok ilgi gördü. Artık anlatmak için onlar beni aramaya başladı.”
“KIBRIS’TA HALKLARIN BAĞIMSIZ, BARIŞ İÇİNDE YAŞADIKLARINI GÖRMEK İSTİYORUM”
Bugüne kadar belgeselleri yanında pek çok kitap kaleme alan Özgentürk, aslında zamansız kitapların yazarı. Her nesilden okura ulaşan kitaplarını, yeni projelerinin detaylarını anlatırken, geleceğin hem onun, hem de bizim için yeni sürprizleri beraberinde getirebileceğini düşünüyorum.
“Ben bestseller bir yazar değilim. Benim gibi yazarların kitaplarının okunması zaman alır. Bunlar birer, belge, kayıt ve arşivdirler. Ben yazarken sadece bugün için değil otuz yıl sonrası için de yazıyorum. Sadece kendim için de bunu söylemiyorum. Bazı kitaplar vardır böyledir, yıllar sonra karşınıza çıkar okumasanız da ‘ben bunu atlamışım ne güzel kitap alıp hemen okusam’ dersiniz. Bundan büyük keyif alıyorum. Her canlı ölümü tadacaktır, ben de öldüğümde kitaplarım birer arşiv niteliği taşıyacak, her zaman okunacak. Yeni nesiller geçmişi bu kitaplarla öğrenecek, tanıyacak. Benim röportaj yaptığım pek çok insan bugün hayatta değil, şimdi dönüp baktığımda hep iyi ki yapmışım diyorum. Kıbrıs’la ilgili bir belgesel yapmayı da çok istiyorum. Metin Alasya ile bir gün röportaj yapıyorum ona pek çok soru sordum, sordum… En sonunda ne olacak bu Kıbrıs’ın hali dedim. Hiç bitmiyor bu Kıbrıs meselesi. Kıbrıs’ta halkların mutlu olduklarını özgür, bağımsız, barış içinde yaşadıklarını görmek istiyorum. Biliyorum ki burada da acılar, büyük hikâyeler var. Nasıl ki iki yılı aşkın bir süredir Almanya’ya göç edenlerin hikâyesini yaptımsa, buraya gelmek, hikâye anlatmak isterim. Elbette bu hikâye hem kuzeyin hem güneyin hikâyesi olacak. Siz burada yaşarken bazı şeyleri göremeyebilirsiniz ama dışarıdan gelen bir göz bunu daha iyi görebilir. Ancak şimdi çok önemli bir projem var. Bunu da ilk kez söylüyorum. Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk romanının filmini çekeceğiz. Ben de filmin yapımcısıyım. Benim için büyük proje, bir ilk olacak. Bunun yanında kırk dakikalık bir belgesel daha çektim. Henüz kurgulayamadım ama Sabahattin Ali’nin İzinde Filiz Ali belgeseli çektim. Filiz Ali’yi babasının kemiklerinin dahi bulunmadığı ormana, dağa götürdüm. Çok zor, çok üzücüydü.”