Neden Yazıyorum…
Sürekli bana sorulan bir sorudur. “Bu kadar yoğun bir meslek yaşamı içinde neden yazıyorum?”
Bir çeşit umuda yolculuk gibidir yazmak. Harfleri birbirine ilmek ilmek işlerken uçan bir halıda bulursunuz kendinizi. Yuvarlak daireler çizerek yükselirken bazen birkaç dakika, bazen de günlerce sürecek serüveninizde yaşamın bambaşka yüzleriyle buluşursunuz sadece kelimelerin uçuştuğu bir dünyada. Kâh bulut olur gözbebeklerinize doluşur sözcükler, kâh yüreğinize saplanır keskin bir ok misali. Beyninizde umut verebilme ışıltıları. Başka yüreklere, beyinlere seyahate çıkmak için sıraya dizilir sözcük grupları. Bazen kâbus dolu anlar yaşarsınız en doğru sözcükleri ararken, birilerini incitmeme çabası, kendinizi çırılçıplak soymama uğraşısı içinde döner durursunuz. Öyle kolay değildir başkalarının yüreğine ve beynine yolculuğa çıkabilmek; bir iki dakikalığına da olsa düşüncelerini bir yazıya kilitlemek, minicik umut yolculuklarında buluşabilmek. Çoğalmak, çoğaltmak…
Her yazının biraz edebiyat kokması gerek. Duygu, düşünce ve hislerimizi; okura ulaştırmak istediğimiz mesajlarımızı estetik ve lezzetli bir biçimde sunmak isteriz.
Eski Yunanlılar edebiyatın eskiden kurgulanmış bir sunum mu, yoksa bilinçaltı ve yaşanmışlıklarla ilgili olup olmadığını tartışmışlar.
Bu felsefenin ışığında çıktım kendi yaşanmışlıklarıma ve yazılarımı sorgulama yolculuğuna. Daha okumayı ilk söktüğüm günlerde elektriksiz, televizyonsuz, yol geçmez bir dağ köyünde bulabildiğim her şeyi okuyarak başlamıştım yazının büyüsünü keşfetmeye. Kâh bir eşeğin sırtında, kâh özgür dağ patikalarında geçen torpilli bir çocukluktu doğrusu bizimkisi. Yıldızların altında, buram buram ful kokulu gecelerde dinlemiştik en güzel aşk masallarını. Daha o günlerde başlamıştım okuduğum hikâyelerdeki diyarlara yolculuğa çıkmaya; kahramanların yaşamlarına usul usul sızmaya…
Sonra savaş geldi. Bir çocuğun yaşayabileceği en acı olayları yaşadım ben ve benim neslimin adalı diğer çocukları. Savaşın ardından göç. Doğup büyüdüğümüz, atalarımızın yüzyıllar boyu yaşadığı toprakları hiç arkamıza bile bakmadan, sorgulamadan terk ettik. Belki çok uzaklara gitmedik. Minicik bir adanın diğer yarısına. Yine de alışkanlıklarımız, gelenek ve göreneklerimiz değişti. Komşularımız, topraklarımız, ürettiklerimiz farklılaştı. Başkalarının evlerinde yaşamaya, başka çocukların terk ettikleri oyuncaklarla oynamaya başladık. O günlerde benim gibi göç etmiş başka çocukların oyuncaklarıyla oynarken hep o çocukları hayal etmeye çalışırdım. Onları çizer, resimlerinin altına küçük notlar yazardım. İşte o günlerde başladı benim yazma tutkum.
Çocukların savaş ve göçle olgunlaştığı, büyüklerin hep garip bir özlemle eskiyi aradığı kargaşa dolu yıllarla geçti zaman. Durup biraz soluklanmaya başladığım zaman da hüzünle fark ettim ki benim toplumum, kültürüm, gelenek ve göreneklerim yok olmanın eşiğine gelmiş. Kayıp giden bir tarihin belki de son demlerindeyiz. Hâlbuki biz Kıbrıslıtürkler daha yeni yeni kim olduğumuzun farkına varıyorduk. Çok zengin bir kültür mirasının üzerinde oturduğumuzu anlıyorduk. Osmanlı adayı İngilizlere bırakıp gittiği zaman, biz de Osmanlı bakiyesi bir toplum olarak bu adadaki topraklarımıza ve geleceğe tutunmaya çalışmıştık. O günlerde “Müslüman toplum” olarak anılıyorduk. Türkiye’de cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra “Kıbrıs Türkleri” olarak adlandırıldık. Çok sonraları anladık ki biz sadece Kıbrıs’taki Türkler değil, bu güzel adanın zengin kültür birikimiyle de yoğrulmuş Kıbrıslı olmuş Kıbrıslıtürkleriz…
Dört yüz kusur yıldır bu adanın üzerinde var olmaya çalışan biz Kıbrıslıtürklerin yazılacak mücadeleleri, anıları, kültürleri yemekleri ve nice yaşanmışlıkları var. Tıpkı bütün toplumlar gibi kayıt edilmesi gereken bir tarihleri.
İşte öyle duygusal bir yok olma kaygısı ya da kimlik arayışı ile sarıldım ben yeniden kaleme. Çevremde gördüğüm ve özümsediğim, bu adaya, Kıbrıslıtürklere dair her şeyi yazmaya başladım.
Yok olmanın panzehiri bu adaya kalıcı barışın gelmesidir. Bunun gerekliliğine inanarak ve barışı politikacıların değil biz gerçek adalıların yapacağına inanarak yazıyorum.
Yazıyorum çünkü “Kıbrıslıtürk edebiyatı” diye bir edebiyat, tarih sayfalarına tutunacaksa buna katkım olsun istiyorum. “Kıbrıslıtürk tarihi” diye bir tarihin var olduğunu biliyorum ve bu tarihin kayıt altına alınmasına ben de bir el atmak istiyorum.
Yazıyorum çünkü biliyorum ki insanlar geçemese de, yazı sınırların ötesine geçer. Hikâyeler dünyayı dolanırken ırk ve din demeden insanların yüreklerine ve beyinlerine sızar. Birbirlerine düşman olan halklar birbirlerinin politikacılarını dinlemez ama romanlarını okurlar. Bu da yazının bize sunduğu büyük bir umut ve zenginlik değil midir?
Kadın olduğum için yazıyorum, çünkü günümüzde dünya üzerinde ve minicik adamızda hâlâ daha yüz binlerce kadın ve çocuk alınıp satılmaktadır. Kadın cinayetleri çivisi çıkmış bu dünyada hâlâ daha yüreğimizi sızlatmaktadır.
Ve belki de doktor olduğum için yazıyorum, çünkü bir doktor her gün onlarca acılı yüreği ziyarete çıkar.
Benim yazı serüvenimde kendime hep örnek aldığım bir metafor vardır. Pergel metaforu. Bir pergel düşünün: Bir bacağı sıkı sıkıya yere basan, diğer bacağı ise pergelin çevresinde irili ufaklı daireler çizen. Bir bacağı kök salmış geleneklerine ve kimliğine sıkı sıkıya bağlı, diğer bacağı bu bacağın çevresinde sürekli dönen, büyüklü küçüklü daireler çizen, dünyayı gezen farklı kültürler arasında köprüler kuran...
Yazarken hep kendi küçük kültürel gettolarımızdan dışarı çıkabilmeli ve başka insanlar ve diyarlarla empati kurabilmeliyiz diye düşünürüm. Yazmak sürekli insanlarla iletişim kurabilmektir. İnsanlardan beslenebilmektir ve kimlik politikalarını, engellere aldırmadan aşabilmektir. İnsanlığı birleştirebilmektir.
İşte ben bu duygularla yazıyorum sevgili dostlar…