Nefretin köklerini doğurmaya devam…
Sayın Abbas Güç’lünün GAÜ de öğrenim gören gençlere dönük düzenlediği TV Programında bir Trabzonlu öğrencinin söyledikleri ve sözlerinin, Türkiye’den gelen öğrenciler tarafından da coşku ile karşılanması büyük bir tartışma yarattı.
Bu gencin, resmi para biriminin TL olduğu KKTC’de, yaşamın her alanında ve ekonomik ilişkilerde fiyatların ve ölçünün döviz bazında olduğu gerçeğinin yol açtığı haklı sıkıntıya değinirken, bu sorunu genellemeci mantıkla Kıbrıslıya mal etmesi, meselenin en büyük yanlışı idi..
Bundan dolayı ifade ettiği ise nefret kültürünün yol açtığı yıkıcı anlayışın ifadeleri idi. Ne dedi? .“100 bin öğrenci, Kıbrıs’ı, Kıbrıslıya zehir etmezse namerttir” . Bu çok acı idi. İşte bu söz, büyük bir karşı tepkiye yol açtı. Bu konuşmanın sosyal ağlarda yayınlanması ile bu kez Kıbrıs kökenli insanlardan, gençlerden karşı tepkiler geldi. Tepkiler, öfke doluydu.
Halbuki bu gencin ifade ettiği bu sorun; yani çalışanlarının gelirinin TL ile olması, ama fiyatların, kiraların, satışların, alışların ve maliyetlerin hesaplanmasının ise dövizle olmasının sıkıntısı ve sorunu, bu topraklarda yaşayan herkesin ortak sorunudur.
Geçtiğimiz aylarda dolarda meydana gelen yükseliş ile bir anda bu topraklarda yaşayan herkesin yaşamı karardı. Bakın bu sorundur ve insan yaşamı ve ekonomi için önemli bir sıkıntıdır. Bu sıkıntı ele alınmalıdır. Ancak konu hangi temelde ele alındı? GAÜ’ deki genç bunu, neden, niçin sorgulamasından uzak, kendini yakan noktası ile Kıbrıslılara tepki ve nefret söylemi ile ele aldı.
Buna tepki gösteren Kıbrıs doğumlu tüm gençler de kendilerini ve ailelerini de yakan, ayni sorun olduğunu vurguladılar. Ama tepkilerini de o Trabzonlu gencin ifadelerden hareketle, Türkiye’ye ve Türkiyeliler karşı öfke dolu sözlerle ifade ettiler.
Bir anda, herkesi yakan bu ortak sorun; özden uzak, tartışmaların odağına oturdu. Ayni sorunun mağdurları arasında konu, öfke ve nefret dili ile dolu kavgaya döndü.
ADAMIZDA DOLAŞAN NEFRET HAYALETİNE DİKKAT…
Bir kere bilmemiz gerekir ki bu topraklar, nefretin, felaketlere yol açtığı bir yerdir. Ulusal veya toplumsal kimliklerin üstünlüğü iddiası, bu topraklarda nefreti geliştirdi.
Önce Rum’un Türk’e; Türk’ün Rum’a nefretinin belirlediği siyasetler, yaklaşım biçimleri oluştu. Kıbrıslı bir Rum için iyi söz; “en iyi Türk, ölü Türk’tür” ifadesi oldu. Kıbrıslı bir Türk içinde “bin gavur kellesi bir kin ödemez” ifadesi en geçerli söz oldu.
Bu dar milliyetçilik ve buna dayalı nefret siyaseti, kültürü, bu adayı kana boyadı. Bu bununla da sınırlı kalmadı. Toplumlar arasındaki bu nefret kültürü, insani ve demokratik değerlerden uzaklaşmayı getirdi. Bu kez nefret kültürü, Kıbrıslı Rumların içinde sağın sola, yani farklı olana karşı duyduğu nefreti ve düşmanlığı besledi. Ayni dili konuşanlar, bu kez birbirlerinden nefret ettiler. 15 Temmuz 1974 faşist darbesine kadar süreçte ve o felaket döneminde, yüzlerce insanı, Rum olmasına karşın, sırf kendinden değildir diye öldüren kurşuna dizen de onlarla ayni dili konuşanlar oldu..
Toplumlararası nefretin belirlediği bu kültür ve siyasi ortam, Kıbrıs Türklerin, kendi içindeki siyasi ilişkileri de ayni şekilde zehirledi. Sırf barış, demokrasi ve temel insan hakları talep ettiği için onlarca Kıbrıslı Türk, ayni ana dilini konuşan diğer insanlarca ya dövüldü, ya öldürüldü. Bir taraftan Rum’a söverken, öte taraftan ayni nefret bakışı ile “içimizdeki hain” diye kendi insanlarına baktılar.
1974 sonrası durmadı. Kutlu Adalı’nın ve Türkiye’de öğrenimde olan gençlerin öldürülmesi konan bombalar, savrulan tehditler, bunu en önemli göstergesidir. Ancak iş bununla sınırlanmadı. Nefret yaklaşımı, işe, aşa ve kamu kaynaklarının kullanılmasındaki ayrımcılığa kadar uzandı. Ayni köyde yaşayan insanlar, sırf CTP’lidir diye UBP örgütlerinde yer alanların tavsiyeleri ile işten atıldı. Ekmek silah yapılıp alınlara dayandı. Bu karşıtını doğurdu. Bu kez CTP’ li olsun, başka eğilimlerden olsun, insanlar UBP’ye nefretle bakan bir hale döndü. Şimdi bu biraz aşılsa da hala yaşayan ve en küçük bir kıvılcımda yangına dönebilecek bir olgu olarak vardır.
Bu olgu, yani nefret anlayışı, Kuzeyde bu çelişkilerden ayrı; yani Türk- Rum çelişkisi ve CTP’li, UBP’li anlayışından ayrı, bir de bu topraklarda Kıbrıslı-Türkiyeli diye de beslendi. Bunu kısmen aşsak da hala kendini his ettirmektedir. Ayrıca Türkiye’deki nefret söylemleri ve burayı etkilemektedir. Sırf Kürt’tür diye geçtiğimiz günlerde bazı gençlere yapılan saldırganlıklar ve buna karşı gelişen karşı tepkiler, bunu bize her an his ettirmektedir.
Bu yüzden nefret dili ve kültürü bu adanın içinde görünmeyen bir hayalet gibi dolaşmaktadır. Bu arada günümüzde Türkiye’de de siyaset, sosyal, toplumsal tabandan uzaklaşarak, inançlar ve kimlikler üzerinden gelişmeye başladı. Türk, Kürt’ten; Kürt, Türk’ten; Sünni Alevi’den, Alevi Sünni’den, laik dindardan; dindar laikten tepki duyan bir noktaya geldi. Bu kültür, şimdi ayni sosyal tabana mensup insanların, ortak sosyal taleplerini, demokratik gelişme içinde ortaklaşa ele alma kültürünü de zedelemektedir.
Bu olgular bizi de etkilemektedir. Baksanıza bu ülkenin ekonomik olarak büyük bir yapısal sorunu olan resmi para biriminin TL olmasına rağmen, tüm ekonomik ilişkilerin dayandığı ve belirlediği ölçünün döviz olduğu gerçeği, nasıl ele alınıyor? Trabzonlu gencin ağzından.”100 bin öğrenci Kıbrıs’ı, Kıbrıslıya zehir etmezse namerttir” diye ele alınıyor.
Buna tepki koyan, ister Kıbrıs’ta doğsun, isterse burada yaşasın ve kendini Kıbrıslı gören herkeste ona, “sen da, askerinde hepsiniz çekin gidin” demektedir. İşte herkesin yaşamını olumsuz olarak etkileyen bu yapısal sorun; şimdi nedenler ve niçinler üzerinden değil de kimlik üzerinden ele alınmaya ve sorumlu olarak ta kimlikler gösterilerek, bunun üzerinden sorunun mağdurları bir biri ile kavga dili ile zıtlaşmaya başladı.. Bu hiçbir ortak çıkış yolu üretmez..Nefret temelli çıkışlar,konuşmayı, araştırmayı, çıkış tartışmasını ve sorunu demokratik bir başka düzeleme geçerek, aşma noktasını engeller.. Çünkü neden, niçin ve çıkış nasıl olacak diye mesele ele alınamaz. Nedenler, niçinler ve nasıllar, unutuluyor ve kim, kimler; sorumlu ve olay da onlar-bizler olarak ayrışma doğuyor.
Bizi kanda boğan, siyasi, toplumsal ilişkileri yalnızca adanın iki sakini olan toplumlar arasında zehirleyen değil, ama kendi içlerinde de kindarlığı yaratan, bu yüzden bize ölçüsüz acıları yaşatan o Nefret kültür; hala kılıktın kılığa giren, “bin bir suratlı” bir hayalet gibi, bir bela gibi, bu topraklar üzerinde dolaşmaktadır…
Mitinglerde attığımız o güzel slogan, “ Bütün Halklar Kardeştir” sözü, işte burada, sözden öte bir anlayışla ele alınmalıdır. Sosyalist, demokrat, özgürlükçü, liberal, insani olmanın dayanağı çok yönlü aranmalıdır. Zorluğa ve milliyetçiliğin popülist genellemeciliğine rağmen, temel meseleleri özünden soyutlayarak, ötekine mal eden anlayışın rüzgarına kapılmamalıyız. Sorunu akılla, nedenleri ile ele almak ve sorunlardan canı yanan herkesin, ortak paydasını bulabileceği bir anlayışla meselelerin ele alınması ısrarından geri kalmamalıyız.
Evet kimliklere, inançlara saygı duymak gerekir. Ama hangi inançtan, yaşam biçiminden gelirse gelsin veya hangi kimlikten, toplumsal kökenden olursa olsun, herkesin, önce insan olduğu ve hukuk ile demokratik zemine dayalı eşit haklara sahip olduğu, kültürünü de yere düşürtmemiz gerekir.. Nefretin dili ve kültürü ile hiçbir ekonomik, siyasi, toplumsal, demokratik sorun çözülemez. Hitlerin, Alman emekçilerini ve yoksullarının sıkıntılarını, onuru kırılan Alman halkının duygularının öfkesini ele alarak. Buna yol açanın kapitalizm olduğu doğru tespitini öne sürerek geliştirdiği, Nasyonal Sosyalist anlayışının; getirdiği demagojik tespit, bunların nedenin Yahudileri olduğunu ileri sürmesi idi. Bu sıkıntıları Yahudilere dönük nefreti yükselterek geliştirdiği ırkçılık ve faşist Nazilikle bunları aşma yaklaşımının, daha sonra, herkesi kesen bir bıçağa dönüştüğünü de hiç unutmamalıyız.
Bunun için ötekine dönük nefreti temel yaparak; ekonomik, demokratik, sosyal sorunları ele almaya çalışan her anlayışa karşı, kendimizi gözetmeliyiz. Doğruyu, yani “ halkların kardeşliği “ temelinde, temel demokratik, ekonomik sorunları ele almaktan asla geri durmamalıyız. Mağdurların; dini inançlarındaki, yaşam biçimlerindeki, renk, cinsiyet, siyasi ve etnik köken ile doğum yerlerindeki farklarına bakmaksızın; demokratik birliklerini sağlamak şaşmamamız gereken temel olmalıdır. Milliyetçiliğin ve nefretin, bin bir suratlı hayaline yenilmeden hukuk ve demokratik değerlerin temelinde sorunlarının aşılmasını ele almalıyız. Nefret kapımızın eşiğine dahi gelmemelidir.