1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Neoliberalizm- Neofeminizm ve Yaşlanmazlık (Amortal) Odaklarında Mehmet Yaşın’ın Son Romanı “Selam Metin Ben Berceste” Okuması
Neoliberalizm- Neofeminizm ve Yaşlanmazlık (Amortal) Odaklarında  Mehmet Yaşın’ın Son Romanı “Selam Metin Ben Berceste” Okuması

Neoliberalizm- Neofeminizm ve Yaşlanmazlık (Amortal) Odaklarında Mehmet Yaşın’ın Son Romanı “Selam Metin Ben Berceste” Okuması

Neoliberal düşünsel birikimin, sosyo-kültürel bir bağlamda gerçek ve gerçeküstünün harmanlanmasıyla oluşan fantastik bir metinle karşı karşıyayız.

A+A-

Metin Karadağ
[email protected]

Yazarlığının 40. yılında Selam Metin Ben Berceste adlı romanıyla okurlarının karşısına çıkan ve “10 yılda ancak bir roman yazabildiğini” girişte vurgulayan Mehmet Yaşın, kafasında dolaşan 40 tilkinin kuyruklarını bazen kördüğümler halinde, kimi zaman da bu kuyrukların asla birbirlerine dokunamayacakları biçimde bir orkestra şefi gibi yönetiyor Berlin, Londra, Atina ve Rodos’ta yazdığını açıkladığı romanında. Bu merkezlerde biçimlenen roman, Berlin Edebiyat Kongresi (2013) ve Atina’da yazarın evinde Covit-19 kapanmışlığında olgunlaşmış. Romanın farklı biçimlenmesinin ilk görüntüsüne İçindekiler’de tanık oluruz: Hep Aynı Hikâye ana başlığı altında bir öyküler sıralaması biçiminde üç temel kümede 12 alt başlık yer alır. EK’te ise aşağıda vurgulayacağımız kuramsal bir bildiri özeti yer almaktadır. Temel kümelerin sonlarında yer alan -tümü italik dizilmiş- bölümlerde dağ, tırmanış, amaç, sonuç bağlantıları metaforik olarak yorumlanıyor. Rüya motifinin romanda sıkça kullanıldığına tanık olunurken üç yerde bağımsız sayfalarda yer alan ve “dağ” metaforuyla kurgulanmış ek bölümler, yazarın iç dünyasıyla anlatının geneli arasında bağlantılar kurarak farklı anlatı yerlemleri oluşturuyor.

Bunlardan Uçurum başlıklı ilk bölümde iple uçuruma tırmanışın öncesinin yarattığı duygular yazara yönelik (belki de biz okurlara) uyarı ve gözlemlerle kurgulanır: “…Şehirler ile dağlar arasında nereye gitsen eğreti durmaktan yorgunsun, kendin olmaktan yorgun (…) Buraya yalnız başına geldin. Kendinle birbirine giriyorsun iki arada ve yanardağın ağzına süzülüp asılı kalıyorsun ipte… Ama unutma senin kararındı uçuruma tırmanmak…”  İkinci bölümün sonunda yer alan “Hiçbirşey Daha Güçlü Olamaz Yalnızlığından” başlıklı bölüm özetinde  karlı dağ başında, kovukta kısılan yalnız  bireyin umutsuz, yılgın, yüreği donuk ruhsalı sergilenir. “Sen daha güçlü olmalısın dağdan” der yazar, kimse çıkaramayacaktır dağdan onu, çıkaramazlar. Çünkü hiçbir şey daha güçlü olamaz yalnızlıktan… (193). Üçüncü bölümün sonunda yer alan Kurtadam başlıklı ekte ise ıssızlığın koyuluğundaki dağda geçmişin anlık değerlendirmesi koşutluğunda ölümden önce günahların üstlenmesi bir dilek olarak dile getirilir. Dağların efendisiyken düşüşün azabını yaşamak, beyaz fosforlu çarşafıyla siste silinmiş hayaletten başka bir şey olmayan dünyadan kurtulmak için son bir çaba… ama çığla birlikte yitiş… Kurtadamın bir zaman insanların dünyasına karıştığını kimse anlamayacaktır. (290- Romanın son satırlarıdır)

Yaşın, özgün destan, öykü anlatımlarına tanık olup özümlemişlerin çok iyi bildikleri “akılda yer etmiş, belleğin gizli, derin dehlizlerinde zamansızlığa mahkûm kalıntıları” hiçbir kırmızıya taviz vermeden avuç avuç serperken çoğu kez de sözcüklerin en gelişmiş mikroskoplar altında incelenmesini zorunlu kılıyor “cesur okurlarına”.  Kitabın arka sayfasındaki tanıtım yazılarında yer alan “Kabulleri, kalıpları zorluyor Yaşın; itiraflarla başlayan bir aşk-yas-yaşlanmazlık ve bir sinirucu romanı sunuyor okura. Çokdilli, antikahraman zengini, karamizahla dolu ve her şey olduğu gibi “ söylemi, genel gidişatı yansıtsa da hal-keyfiyet onunla kalmıyor kuşkusuz. Neoliberal düşünsel birikimin, sosyo-kültürel bir bağlamda gerçek ve gerçeküstünün harmanlanmasıyla oluşan fantastik bir metinle karşı karşıyayız. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ta farklı merceklerden baktığı yaşam dönüşümlerine Mehmet Yaşın, Antikçağ Yunan edebiyatı ve felsefesine çokça göndermeler yaparak yaşadığı farklı ülke ve kültürlerde ayrıntılarına kadar gözlemlediği, -bizzat yaşadığı- evrensel egemenliği doruklarda olan neoliberalizm penceresinden bakıyor. Tüm ekonomik çarkların sistematik olarak kuralsızlaştırılması ve uluslararası rekabete ve serbest piyasaya açılma, güçlünün güçlüye soluk aldırmaması gibi temel “icraat alanları” nın yanı sıra doktriner anlamda, serbest piyasa ekonomik sisteminin ve bir anlamda buna bağlı tüm sosyal düzenin en uygun düzenleme ilkesi olduğunu, bireyin yaşamında da duyumsaması, kabullenmesi talep edilir sistem tarafından. Neoliberalizm kavramı, “postmodernizm” ve “epistomoloji” gibi kendi türünde diğer kavramlarla en belirgin olarak “belirsizliği” paylaşır. İlişkiler, üretim-tüketim ilişkilerindeki bireysel işlevler, aile, cinsellik ve aşk… tümden belirsizliğin yoğun sisli bulvarlarında trajik ya da trajikomik peyzajlar yaratır. Mehmet Yaşın, eskilerin ”kara mizah” dediği zorlamasız, saptama ve yaşanmışlıklara dayalı bir ironi atmosferinin içine atıyor okuru romanında. Bu gölgeli toplumsal görüntünün dekorunda yer alan ve romanın her epizotunda sahnede olan kadının durumu, rutinden duygusal açılımlara giden girdapları da dikkatimizi çekiyor. Bu doğal bir oluşum çünkü feminist açılımlar şu anda neoliberalizmin hayatın her alanındaki etkisi nedeniyle çeşitli zorluklarla karşı karşıyadır. Bu mantık, bu eşitlik hareketlerinin ana çekirdeğine, yani kadın-erkek eşitliğini sağlamak için toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeyi amaçlayan eleştirel ve radikal karakterine doğrudan karşıdır. Sanatsal, akademik, tecimsel savaşımın dışında kalan kadınların (romanda elbette ki erkeklerin de) fırtınadaki sığınak limanları “Yaşlanmazlık” olarak sergileniyor. Roman boyunca ince yergilerle sık sık sayfalarda gördüğümüz Kişisel Gelişim mekanizmalarına getirilen ironik ama kimi zaman incelikle örülse de sert tepkilerin yansımalarını görüyoruz.

Daha önceki romanlarında da gördüğümüz yaşanmışlıklardan taksitlendirilmiş; geçmişin küflü değil “yasemin, ıtır, cemile…” kokularını satırlarına serpmeyi  kotarabilen Yaşın, son romanında 40 yılın sonunda gelinen rotada usta pilot hamleleriyle –her şeyden önce- okuru şaşırtan, kendisiyle dalga geçildiğini düşündürten ama “puzzle”lar çözüldükçe de yazınsal tatminin doyumsuzluğunu okuma şölenine dönüştürüyor. Kimi zaman çağdaş, -hatta çağın biraz önünde düşünsel dizgeselliklerin karmaşık örgüsüyle açmazlara düşülürken çoğu kez de akıp giden bir dağ ırmağının duruluk ve doğal müzikalitesinde son sayfaya ulaşılıyor.

İşte bu yolculukta “cesur okur”a küçük bir öneriyle sayfalara dalmak istiyorum. Kitabın sonunda kurgunun ana temlerinden biri olan “yaşlanmazlık” olgusunu esaslı bir biçimde irdeleyen ve Yaşın’ın kitap boyunca sergilediği görkemli kurgusal yapıların bir örneği olsa gerek  Amortality: A Product of the Neoliberal Culture that Normalised Narcissistic Individualism (Yaşlanmazlık: Narsistçe Bireyciliği Olağanlaştıran Neoliberal Kültürün Bir Ürünü) başlıklı bir makalenin 14  sayfalık özeti var. Onun okunmasından sonra romanın başına geçilmesiyle bazı anlatı yerlem ve kodlarının yerli yerine oturabileceğini düşünüyorum. Kitabın sonu bu sürprizle kalmıyor; kitap boyunca farklı adlarla sunulan ben-anlatının karşısına doğrudan Mehmet Yaşın çıkıyor ve yazara haddini bildiriyor! Benzer durum roman akışında bir yazarın yeni yaratısında Mehmet Yaşın’dan bir şiirini kullanmak izni sürecinde de karşımıza çıkıyor. “Sen misin isteyen!”

Romanın düşünsel omurgası olan “yaşlanmazın” neoliberal ortam ve yaklaşımlardaki sert eleştirisi, bir koldan kara güldürünün incelikli ironisini oluşturken diğer taraftan çağın henüz tam farkındalığı kanıtlamamış “yaşlanmazlık”ın etkili eleştirini antikahramanların çokluğunda ortaya koymakta. Romanın başlangıcında üç kutuplu bir aşkın sinopsisini sunarken şiirleriyle anlatılarının koşutluğunu dikkatli okuyucularının zaten bildiğini aktaran Yaşın, kızına ithaf ettiği yeni şiir kitabı Eeen Güzel Şey adlı eserinde yer alan “Bebek” (2016) adlı şiirdeki

“Ey aptal erkeklik aptallaşmış kadınlık

Ötekinizim ben ikinizin”

dizelerinin biçem ve yaklaşım açısından şiirden koparak bu romanın özü denebilecek yanlarından birini oluşturduğunu açıklar (SMBB, 12). Öte yandan Sözverici Koltuğu, Turuncu Kuş, Abuk adlı şiir kitaplarıyla anlatıda bağlantılar kurduğunu vurgular. James Joyce gibi  “kendilerini hem içeriden hem dışarıdan dayatılan cemaatçi ya da kolonyal kimlik politikalarının üstüne çıkıp bütün bir dil ve yazın anlayışını dönüşüme uğratanların” kendisi için bir “deniz feneri” olduğunu (SMBB, 13) vurgulayan M. Yaşın, etkileşim kaynağının salt Joyce değil, üç dilli edebiyatın kadim, köklü verileriyle neoliberalist küreselliğin titiz gözlemleyiciliğinin de etkin olduğunu ortaya koymakta. Etkileyici boyutlarıyla salt özü aktarılan iki erkek ve bir kadın arasında yaşanan, kadının ölümü ve iki erkeğin dostluklarının sürdürüldüğü trajik anı aktarımını romanlaştırmayı düşünen yazar, yoğun acılar yaşama sürecine dayanamayacağını düşündüğünden “olanları” değil, “daha taşkın, esprili ve delidolu sesi çınn çıın NNN yükselen “Selam Metin Ben Berceste” yi yazdığını açıklar (SMBB, 10). Romanın aşk tanımlanmasında ise, Platon’un aşk ve güzellik açısından yücelttiği ama aynı zamanda tersine gittiği Sapho’yla olan ilişkisinin benzerini kitabı yazarken yaşadığını söyleyen Yaşın, “Sapho’nun değindiği mutlak güzelliği arzulayan -aşk ya da mutlak-aşkı- arzulayan güzellik, erişilemeyen şeylerdir. Bana kalırsa da onlara erişilememesi daha hayırlıdır, yoksa aşk ile güzellik idealinin sonu gelebilir” der (SMBB, 12).

Çağdaş evrensel romanın ortak ıralarından biri olan klasik kahraman tiplemesinin dışlandığı anlatının farklı fragmanlardan oluşmuş ama temel kurguyu hiç yitirmemiş örgüsü, romanın temel özelliklerinden bence. 1990-2012 yılları arasında Rodos’ta uzun bir aşk yaşadığını, romanı (R) diye rümuzlandırdığı sevgilisinin anlattıklarına dayandıran Yaşın, bir dost ziyaretinde evde gördüğü Picasso’nun Kadın ile Karga -ya da- Kargalı Kadın tablosunun romanın çıkış  noktası olduğunu yazar.  Yapıtın başlarında 19-49. sayfalar arasında ziyaret ettiği  dostları Nedim Amca ve Nedime Teyze adlı çiftle söyleşisinde ve aralardaki açıklama ve göndermelerde kuzgun efsanesi,  “karga takım yıldızları, Athena ve karga, Şekspir ve karga, Mağusa’da karga kültü, Habil ile Kabil meselesinde karga, Apollon ve karga odaklarında karga leitmotifi  olay çizgileri ve sembolik göndergelerle işlenir. Her ne kadar imgelerin zaman ve yerleme bağlı değişim ve dönüşümlere uğrayabileceğini izlemişsek de kara karganın olumsuz zihin yansımaları romanda farklı frekanslarda sunulmuş. “Mağusa” kökenli karga geleneğini Nedim Amca’nın ağzından dinleyelim: “Biz görmedik gerçi ama, doğru yanlış bilmem. Mağusalılar eski çağlardan beri ölünce kargalar tarafından gafil avlanıp yenmekten o derece korkarlarmış ki, kendileri daha atik davranıp karga avcılığı yaparlarmış. Elan kargayı temizleyip ütüler;  yabani kekik ve sirkeyle marine edip gerek haşlayarak gerekse ızgarasını yaparak yerlermiş.” Karga adının etimolojisini yapan yazar “kork(mak)” sözüğünün elence “kgoraki”den geldiğini, gak’laması, yani kgorak’lamasıyla korku (kgorak-u) salan kargaları kaçırmak için yapılmış “korkuluklarla” (kgorak’lık) bağlantılı olduğunu açıklar. Bu arada Nedime Teyze aracılığıyla karganın “Musevilik, Hristiyanlık, Müslümanlık gibi üç dinde de bir mezar kazıcı, ölüyucu… olduğu nakledilir. Kabil, kardeşi Habil’i katledince evlat acısına gark olan Âdem ile Havva ise çaresizlikten mevta etrafında paniklediklerinde karga toprağı eşeleyip oğullarını toprak altına gömmelerini öğretir. “Dünyadaki ilk mezar odur”  (35). İstanbul’daki Kuzguncuk semtinin adı da benzer efsane motifleriyle açıklanır. Karganın oburluğu incir tutkusuyla birlikte bir Apollon mitinde su yılanıyla birleştirilerek nakledilir.

Mehmet Yaşın’ın metaforik anlatım yöntemlerini sevdiğini, yapıtlarında bolca kullandığını okurları bilir. Bu romanın da başında (kapağın sağ üst köşesinde bize “hınzırca” bakan) karga metaforu leitmotif konumunda. Müstakbel roman okurlarını düşünerek - ayrıntılara girmeden - aslında yol gösterici, kimi serim ve çözüm konumlarında işlevsel olan karga metaforunun, romanın temel izleklerinden biri olan “yaşlanmazlık” la da bağdaştırılarak okura farklı bakış açıları ve yorum fırsatları sağladığını düşünüyorum. Yaşın, romanda göktekinden çok yerdeki pek çok “kargayı” yerleştiriveriyor epizotlara. Karga (özellikle tam karası),  dünyanın pek çok kültüründe birçok kez kötülük, şeytan ve karanlıkla ilişkilendirilmiş sembolik bir kuştur.  Gılgameş Destanından beri yazılı edebiyat girmiş olan karganın iyimserlik ve iyiliğin simgesi olan güvercinden hatta kuştan ayrı sayıldığı da yaygın bir saptamadır. Karganın bu işlevine Yunan mitolojisinde rastlarız; Poseidon ve Europa'nın oğlu Argonot’la Simplégades'i geçmeye çalışan denizcilere kendilerini bekleyen kaderi bildirmek üzere bir karga salınır. Kıbrıs efsaneleri arasında da kargayla ilgili anlatıların bulunması, adanın mitik anlatılara çokça sahne olması açısından dikkat çekicidir.

Kargakadın leitmotifinin romana start vermesine gönlü yanaşmayan yazar, Elektra’da sembolleşmiş motherdaughter (yapışıkannekız) sendromuna demir atar. Bu ikiliden annenin kendisine yönelik sürekli telefon aramalarındaki “Selam Metin Ben Berceste” hitabındaki tonlama ve vurgular da romanın başlangıcı olur. Anlatı boyunca örneklerini bolca gördüğümüz yazarın krizlere girdiği bu seslenmeler, konuşma tarzları Kaprolali (Kapros lelia) diye nitelendirilir.  Bu arada yazarı anlatı boyunca “Metin, Doros, Çetin, Hoca, Levent vb. değişik adlarla görürüz.

Mehmet Yaşın’ın diğer bazı romanlarında da gördüğümüz Türkçe yazılmış ilk yapıtlar konusuna ilişkin tartışmaları, bu eserde de görüyoruz. İlk polisiye romanın 1898’de Anatoli gazetesinde Maria Hanım (ya da Marianna Hanım) adlı yazar tarafından Karamanlıca olarak tefrika edilmesi tartışılır. “Modern Türkçe edebiyatı iki yüzyıl daha eskiye götüren Karamanlıca yayınların yitirilmesine ilişkin görüşler sergilenir (113). Osmanlı’da Yahudilerin 15. yüzyıl sonunda, Rum, Ermeni matbaalarının da 16. yüzyılda kitaplar yayımladığı; öte yandan yıllar sonra bile Sultan II. Abdülhamid’in Sherlock Holmes kitap dizisini özel çevirmenleri aracılığıyla sadece kendisinin okuyabildiği vurgulanır.

Bir yap-boz dizgeselliğinde ilerleyen romanda 160-191. Sayfalar arasında yer alan bir akşam yemeğinde ilginç, çok boyutlu tartışmalar, anı aktarımları, geçmiş ve geleceğe yönelik yaşam anlayış ve bakış açıları aktarılır.  Yaratılmış tip ve karakterleri belirgin özelliklerinden biri olarak sunulan bencillik (narsisizm) üzerine “küresel kapitalizm tarafından teşhisi ve tedavisi engellenmiş bir ruh hastalığı”  tanımını yapan yazar, “narsis olmak son moda bir Kişisel Gelişim ilkesi haline getirildi diye ruh hastalığı olmaktan çıkmıyor” (217) diyerek kitap boyunca farklı yerlerde ve amaçlarla gördüğümüz Kişisel Gelişim süreçlerine ironik/eleştirel bakışını ortaya koyar. Farklı adlar arasında Levent’i kullandığı sırada roman anlatıcısı, birkaç şiirini romanlaştırma sürecinde kullandığını söylediği Mehmet Yaşın’la kitabın bence en ilginç bölümlerinden biri olan Cihangir’deki buluşma/konuşma sürecini aktarır. Yaşın, yazarla buluşmaya Ümit Ünal ve Serra Yılmaz gibi gerçek kişilerle gelmiştir. İlginç diyalog ve romanın son bölümünü biçimlendirecek olan Ozan adlı kişinin anılmasıyla ve Mehmet Yaşın’ın “anlatıcıya eleştirilerini içeren mektubuyla finale giden yol döşenir.

246-280. sayfalar arasında Ozan ile yapılan telefon görüşmesinde yansıtılan ve romanın düşünsel yapısının tümünü kapsayan söyleşi yer alır. Ozan’ın boşanmak üzere olduğu eşine imgesel bir yakınlık duyduğunu vurgulayan yazar, yeni bir yaşam sayfası açmanın umutlarıyla Rodos’ta “mutluluk “ hayalleriyle anlatıyı noktalar.

 Yaşamı tiye alan pek çok epizotun yanı sıra minik kimi olgularda sayfalar boyu eleştiri bombardımanlarını birleştirmiş yazar. Romana ortalarından başlayarak okumaya başlasanız ya da tersinden okumayı deneseniz farklı bakış açılarını ve yorumları yakalayabilirsiniz, dersem şaka yapmadığımı söylemek isterim. Ancak bu durum yapıtın bütüncül bir roman kimliğine asla halel getirmiyor; tersine keyifli, eğlenceli bir okuma serüveni yaşanıyor.

Romanın çıkış ya da hedef düşünsel odağında, “bildiri” den seçtiğim aşağıdaki satırların pusula olduğunu düşünüyorum: “Dürüst liberaller de artık biliyorlar ki, neoliberalizmin yarattığı serbestleşme bir özgürlük hareketi değildi, piyasa egemenliğinin yeniden serbest düzenlenmesi, özelleştirmelerle sosyal devletin ortadan kaldırılması ve emekçilerin uzun mücadelelerle elde ettiği hakların ‘Kamusal Harcamaların Kısıtlanması’ adı altında ellerinden alınmasıydı. (302) Dolayısıyla;  “… neoliberal mantık varsayıldığı üzere özgürleşmeye yol açmıyor, aksine sahip olduğumuzu düşündüğümüz ne varsa, en özel şeylerimizi bile metalaştırıp yeniden tanımlıyor. (303). Peki çıkış?

“İnsanlığın geleceği, gezegenin yaşamsallığını tümel olarak gözeten çevreci, demokratik, eşitlikçi, paylaşımcı ve toplumsalcı yeni hareketler olabilir” (303).

Bu ilginç, farklı, özgün roman üzerine sözlerimi;  ironik ama gerçekçi, somut çizgilerle örnekleri anlatı boyunca verilen tiplerin çatışmalarıyla oluşturulmuş kitabın son satırlarındaki yorumla us ve gönül ortaklığımı sunarak noktalamak isterim:

 “Küresel kapitalizme şu ya da bu açıdan uyarlanmış bazı ana-akım neofeminist söylemlerde öne çıkan narsistçe bireycilik kadınların iyiliğini sağlayamaz. Bu açıdan neoliberalizme dolaylı desteklerden birinin Yaşlanmaz kadınlardan geldiğini görmek gerekir. Elbette Yaşlanmaz olmanın finansal bedelini karşılayabilecek kadar varlıklı olan kadınlardan söz ediyoruz. Çünkü maddi gücü yetersiz bir kadın istese de Amortallara katılamaz” (304).

M. Yaşın’ın gelecek romanı için 10 yıl beklememek umuduyla…

Bu haber toplam 3696 defa okunmuştur
Gaile 508. Sayısı

Gaile 508. Sayısı