Nepal’in Ardından
"Nepal belki de dünyanın birçok sözde “gelişmekte olan” ama aslında “gerilemekte olan” ülkesinin küçük bir örneğiydi. Gelişme adı altında bize yutturulan şey sadece daha fazla çalışmak ve daha kirli ve anlamsız bir sosyal çevre değil "
Yılmaz Akgünlü
[email protected]
Bundan tam yirmi sekiz yıl önce 1991 yılında ilk kez yurt dışına ve kendi başıma Nepal’e gitmiştim. Ve yirmi sekiz yıl sonra gene bu yaz Nepal yollarına düştük yedi arkadaşımla. Bu geziden önce ortalama her beş altı yılda bir Nepal’i görme fırsatım olmuştu. Ülkede olan değişimi belli aralıklarla izlemek ilginç bir deneyimdi. Bu yıl garip duygular içinde zihnimde bir ileri bir geri dolandım durdum zamanda. Ben de değişmiştim Nepal de. Acaba ikimizdeki değişim birbiriyle ilişkili ya da paralel miydi? Bu yazıda Nepal gezim boyunca edindiğim izlenimleri ve duygularımı çeşitli yönleriyle paylaşmaya çabalayacağım.
Nepal 1950’li yıllara kadar dünyaya kapalı olan bir ülkeymiş. Özellikle zorlu doğa koşullarından dolayı olsa gerek, bütün dünya hızla değişirken Nepal kendi içinde korunaklı kalmış, eski kültürünü görece olarak muhafaza etmiş. Ben ilk kez doksanların başında gittiğimde hâlâ daha çok bozulmamış, tamamen kendine özgü, son derece özel bir yerdi Nepal. Teknoloji, şehirleşme ve kapitalizm daha ulaşamamıştı bu topraklara. Katmandu’ya sabaha karşı otobüsle varmıştım. O zamanlar turistlere bazı kolaylıklar sağlayan, sadece Freak Street denen hippilerin kaldığı birkaç pansiyonun olduğu bir sokak vardı. Gidip o sokakta Friendly Home denen çok sevimli bir pansiyona yerleştim.
O yıllarda dünya günümüzden oldukça farklıydı ya da bana farklı görünürdü. Dünyanın bir ağırlığı vardı ve sizi çekerdi; davranışlarınız ağırdı, zaman su gibi akıp gitmezdi, yaşananların daha vurgulu, içten ve duygulu bir tadı vardı. Bu yıl gene Freak Street’e gittim ve o an anladım bu ağırlığın dünyadan uçup gittiğini. Yaşama alışkanlıklarımız değil sadece, sokağın geçirdiği değişim bile bunu açıkça anlatıyordu. Sokakta nefes alacak yer bile kalmamıştı. Eskiden, diyelim, bir caddenin ya da sokağın size sunabildiği daha büyük boşluklar, işe yaramaz mekanlar olurdu. O alanlarda devinebilir ya da boş boş oturabilirdiniz. Ama şimdi bir sokağa girdiğinizde o sokak sizi yürümeye zorlar, bakıp geçmeli ya da bir mekâna girip oturmalı veya bir şeyler satın almalısınız.
Katmandu sokaklarında birkaç gün boş boş gezinmek inanılmaz keyifli gelmişti bana. Bu geziler zamanda geriye gidip yüzlerce yıl öncesini görmek gibi harika bir deneyimdi. Sonra Himalaya Dağları’nı görebilme umuduyla Pokhara’ya doğru yola çıkmıştım. Yolda üç günlüğüne Chitwan Millî Parkı’na uğradım. Bazen yürüyerek bazen fil sırtında ya da kanoyla Nepal’in vahşi doğasını gördüm. Her yer gergedanlar, kaplanlar, ceylanlar ve timsahlarla doluydu. Gerçi iyi ki kaplanların sadece ayak izlerini görebildim; diğer birçok hayvanı vahşi ortamı içerisinde görmek çok büyüleyici bir deneyimdi. Chitwan’a gidişim bile son derece ilginç ve ilkel koşullarda bir kağnı arabasında iki saat toprak yollardan sonra kanoyla devasa bir nehri geçerek mümkün olmuştu.
Daha sonra Pokhara’ya vardım, el değmemiş bir güzelliği vardı Pokhara’nın. Pirinç tarlaları, minik bahçeli, sazlardan yapılmış evlerle kaplı son derece şirin, küçücük bir kasabaydı. Muazzam güzellikte bir göl kıyısındaydı Pokhara. Hava açıldığına Himalaya Dağları bütün görkemiyle bu küçük kasabanın üstünde beliriyor ve göle vuran yansısıyla nefis bir görüntü oluşturuyordu. İlk kez bu kadar yüksek ve görkemli dağlar görüyordum ve bu ürkütücü bir his oluşturuyordu bende. Daha sonra Himalayalara daha çok yaklaşabilmek için otobüsle Pedi’ye gidip Dhampus üzerinden trekkinge başladım. Muson zamanı olduğundan, sadece, o da bazen sabahları bulutlar aralanıyor ve Annapurna Dağları’nın birkaç zirvesi görülebiliyordu. Hayatımda gördüğüm tek kelimeyle en güzel manzaralar bunlardı. İnsan onları gördüğünde çok yüce bir şeyin karşısında olduğu izlenimine kapılıyordu. Bu dağların en ünlüsü Machapuchare ya da namı diğer Fishtail, kutsal kabul edildiği için tırmanılması yasak olan bir dağdı. 1957’de yapılan ilk ve tek tırmanma denemesinde dağcılar zirveye 50 metre kala çıkamadıkları için değil, Nepal kralına zirveye ulaşmamaya söz verdikleri için geri dönmüşler. Pokhara’dan bu dağa baktığınızda dağın da size baktığını görünce şaşkınlığa uğrarsınız. Baykuş benzeri bir yüz ve iki delici göz sanki dağın kutsallığını perçinler gibidir.
Fishtail hiç değişmemişti belki ama Himalayaları çevreleyen ortam yirmi sekiz yıl sonra hiç de aynı değildi artık. Yemyeşil pirinç tarlaları ve bahçelerle kaplı Pokhara ovası artık binlerce apartman, otel ve restoranlarla dolu bir tatil kasabası olmuştu. O zamanlar iki üç tane pansiyon ve bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda sempatik restoranlar vardı. Sadece Pokhara değil, görebildiğim kadarıyla bütün Nepal inanılmaz bir değişim geçirmişti. Evet bütün dünya büyük değişim geçirdi. Ama insan uzun yıllardan sonra bir yeri gördüğünde ve burada çok büyük bir değişim varsa, buna dikkat edip etkilenmeden edemiyor. Eskiden pansiyonunun olduğu sokaktan çıktığınızda nefis bir göl manzarası ve gölün çevresinde el değmemiş yemyeşil ormanlarla kaplı dağlarla karşılaşırken şimdiyse upuzun bir caddeye sıralanmış mağazalar, kafeler ve binalar sizi bekler haldedir. Eski şirin, huzurlu Pokhara yoktu artık. Bunlar çok üzücü şeyler; bu küçük kasaba turizm sektörünün doymak bilmez açlığına yenik düşmüştü. Bereketli ovalar ruhsuz binalarla yok edilmişti. Üstelik bu gelişimden yararlanan, pastanın büyük parçasını kapan Nepal halkı değil, yabancı sermayeydi. Halk orada işçi olarak çalışıyordu, atalarına ait ve efendisi oldukları bu topraklarda artık köle gibi çalışmak zorundaydılar. Nepal belki de dünyanın birçok sözde “gelişmekte olan” ama aslında “gerilemekte olan” ülkesinin küçük bir örneğiydi. Gelişme adı altında bize yutturulan şey sadece daha fazla çalışmak ve daha kirli ve anlamsız bir sosyal çevre değil mi? Gene gariptir ki dünyanın en büyük dağlarına, en güzel doğasına ve en yüksek zirvesi Everest’e ev sahipliği yapan bu ülke dünyanın en fakir üç ülkesinden biriydi. Belki eskiden de fakirdi, ama gayri safi milli hasıla denen bir rakama göre tabii ki. Gerçekte ise muazzam bir kültürü ve çevreyi barındıran bu topraklar dünyanın gerçek ölçütlerle en zengin ülkelerinden biriydi. Nepal halkını tanımlayan en güzel şey bence sevimli, güler yüzlü insanları ve bizim dert ettiğimiz şeyleri dert etmeden yaşayabilen insani değerleridir.
Buna rağmen Katmandu sokaklarında Hindistan’daki kadar olmasa da fakirlik ve umutsuzluk içinde yaşayan birçok insan görebilirsiniz. Ancak bu insanların daha çok Nepal’in kaynaklarının kendi halkı tarafından kullanılamamasının ve bozuk politik sistemin bir sonucu olduğu açık bir olgudur. Nepal’de uzun yıllar insan gücü şehirlerde taşımacılığın en ucuz yoluydu. Son altı yılda Katmandu’da hamalların neredeyse ortadan kalktığı gözlemledim. Ama küçük köy ve kasabalarda hâlâ insan gücü katır gücüyle yarışır düzeyde. Dağlarda bir köyde gördüğümüz iki küçük hamal kardeş hâlâ hafızalarımızda trajik anısını sürdürüyor. Bu çocuklardan büyüğü olan erkek on iki yaşlarında, küçük kız ise en fazla dokuz yaşlardaydı. Aslında gördüğümüz demek bile yanlış sayılır. Bu zavallı çocuklar yüklerinin ağırlığıyla öylesine ezilmişlerdi ki yüzlerini göremeyeceğimiz kadar yere eğilmişlerdi, çocukların ağır yükleri taşımaktan dolayı vücut yapılarının bile bozulduğu görülebiliyordu. Bu çocuklar günde iki üç dolara bu acımasız işi yapıyorlardı. Kazandıkları yok hükmündeki parayı nereye harcadıklarını siz düşünün. Yaşı daha büyük bir genç işçiyle konuşma imkânı bulmuştum, anladığım kadarıyla çocuk ayda kazandığı otuz dolara karşılık gelen Nepal rupisini annesinin ilaçlarına harcayabiliyordu sadece.
Günümüze artık insanlar gezmiyorlar sadece tatil yapıyorlar. Gezginlik ve tatil yapmak birbirine çok uzak kavramlar aslında. Gerçek bir gezgin Lin Yutang’ın dediği gibi nereden geldiğini unutan kişi olmalıdır, hatta kim olduğunu bile. Ama tatilci her zaman kendisiyle beraberdir ve yaşadığı kültürün etkisinden bir türlü kurtularak gezip gördüklerini kavrayamaz. Zaten çoğu zaman tatilciler gittikleri ülkenin gerçek yaşamı ve kültürüyle kucaklaşamazlar. Zamanlarının çoğunu ya beş yıldızlı otellerin sanal konforuna ve güvenliğine hapis olarak ya da turistler için yaratılmış alışveriş imkanları ve restoranlarla donatılmış “kurtarılmış” bölgelerde geçirirler. Gerçek bir temas olmadan yapılan bu tatiller kişiye hoş zaman geçirmek dışında pek bir şey bırakmaz. Popüler noktalarda çekilen selfilerle nereye gittiğini kanıtlayarak sosyal medyada havasını atan tatilci gururla ülkesine geri döner. Kitle turizminin bir parçası olarak havayollarına ve otellere bir dolu para akıtıp bir sonraki seneye yapacağı tatilin hayalini kurar. Refah arttıkça sözde ileri giden bir avuç zengin ülke vatandaşından oluşan bu kitle turizmdeki acımasız genişlemeyi de beslemiş olurlar. Her yıl daha fazla doğal ve el değmemiş mekan turizme açılma adı altında yok edilir. Daha fazla yerel kültür yok edilir. Bacasız sanayi denilen turizm bir başka yıkım aracına dönüşmüştür. Turistin tükettiği ya da tüketmeye zamanının yetmediği onca gıda maddesi ya daha fazla kilo almış bedenlere ya da çöpe gider. Bu tüketimin sadece küçük bir kısmından bile tasarruf edilebilse açlık çeken milyonlarca insan kurtulmuş olabilirdi.
Tabii ki insanlar gezmeli ve görmelidir, ama turizmin de iyisini, yararlısını yaparak. Küçük aile işletmelerinde kalmak ve mümkün olduğunca yerel imkanlarla yaşamak ve beslenmek, o ülkedeki halka daha çok katkı getirir. Bu yüzden pahalı otellerden, lüks tüketimden kaçınmak sorumlu gezginler için önemli bir hedef olmalıdır. Çok daha az paraya aslında çok daha güzel yerlerde konaklamak ve yiyip içmek mümkündür. Ben yıllardır kendi gezilerimi kendim düzenliyorum. Hiçbir tura katılmadan çok daha uygun bir bütçeyle çok daha kaliteli geziler yapabildim. Aynı ülkeye turla giden arkadaşlarımdan daha doyurucu deneyimler kazandığımı gözlemledim. Biraz bilgi, biraz okumayla insan hem daha nitelikli yerler gezebilir hem de daha az yorulup daha çok keyif alabilir.
Öncelikle gezmeyi bir sadece bir eğlence olarak değil, bir sanat olarak görmeyi öğrenmek gerek. Bir başka şehri ya da ülkeyi gezmek o ülkeyle o bölgeyle bütünleşebilmek ve kendi sınırlarını kırarak kültürünün sınırlarından kısa bir süre de olsa özgürleşmek demektir. Gerçek bir gezgin gezdiği bölgeleri kendi eviymiş gibi görüp sevmedikçe oraları hiç görmemiş demektir.
Bu nedenle gezmek bedensel, zihinsel ve ruhsal anlamda arınmak, gelişmek ve büyümek demektir. Kendi ülkenize döndüğünüzde artık yepyeni bir insan olarak bir elçi olabilmelisiniz. Gördüğünüz ülkenin bir elçisi olarak orada kazandıklarınızı çevrenizdekilere aktarmak ve yeni kültürel unsurları kendi toplumunuza tanıtıp tattırabilmek size yolculuğunuzun bitmediği hem kendi içinizde hem de başkalarında devam ettiği duygusunu vererek yaşamınızı daha anlamlı hale getirir. Çektiğiniz fotoğraflarla, oradan getirdiğiniz çaylar, baharatlar, farklı eşyalar, fikirler ve duygularla orayı gezip görme fırsatı bulamamış insanlara da aynı duyguları yaşatabildiğinizde yaşadığınız mutluluk katlanarak artar.