Nerde Altını İşleyen, Kuş Yapan, Göklere Salan Usta*
Gürgenç Korkmazel: Burdan gelmesini beklerken, ordan geliyor, daha doğrusu, her yönden gelebiliyor ölüm. Yaşadıkça bunu öğreniyoruz
Gürgenç Korkmazel
ben neden geç kaldım? beni siz bıraktınız!
sevişmeye de savaşmaya da siz geç bıraktınız!
beni düş-müşle, pembe laflarla oyaladınız!
artık avutabilir, uyutabilir misiniz,
arkamda ölü harflerimi toplamaya kaldınız!**
Burdan gelmesini beklerken, ordan geliyor, daha doğrusu, her yönden gelebiliyor ölüm. Yaşadıkça bunu öğreniyoruz.
Şair ölünce, bitmiş yaşamı şiire yükleniyor artık. Soluğu, kalp atışları, bakışları dizelerde kalıyor... Ve şairin ölümüyle birlikte huşu da karışıyor şiirin içine. O zaman başka türlü okumaya, farklı değerlendirmeye başlıyoruz şiirini.
***
2002 yılında ‘Fikret Demirağ’ın Şiiri’ başlıklı bir deneme yayınlamıştım, Pygmalion dergisinde. Yazıyı okuduktan sonra telefonla arayıp teşekkür etmiş, katılmadığı yerlere de itiraz etmişti Fikret Hoca. Yeni kuşak bakışı/algılayışının altını çizmiş ve şairin kendi şiiri söz konusuysa yeterince nesnel olamayacağını falan söylemiştim ona.
Fikret Demirağ şair ruhlu biriydi - oturuşu, kalkışı, duruşu hep ağırbaşlı bir şairinkiydi. Çoğu şiiri de bu ağırbaşlılığın ağırlığını taşıyor.
Bazı şairler azınlık için veya toplumun belli bir kesimi için yazarlar. Fikret Hoca, halk için yazdı. Bu nedenle açık ve saydamdır; temiz ve tertiplidir şiiri. Onun için anlaşılmak, mümkün olduğunca çok insan tarafından anlaşılmak önemliydi. Hatta şiirinin gailesi anlaşılmaktı dersek abartmış olmayız. Anlaşılmak için, herhalde öğretmenliğinden kalma bir alışkanlıkla, bolca açıklamalarda bulunurdu. Bunun sonucu olarak kendisi gibi şiiri de konuşkandı. Bu kadar konuşkan olunca, konuşmalarında da, haliyle şiirinde de kendini tekrar etti. Daha az sayıda kitapla yapabilirdi, 20 kusur şiir kitapla yaptığını (yeri geldikçe kendi de söylerdi bunu). Kanımca kendi şiiri üzerindeki yargısı zayıf olduğundan, kitaplarında, iyi şiirleri yanında epeyi de vasat, hatta kötü diyebileceğimiz şiiri vardır. Çizgi üstü işleri az sayıdadır. (zaten öldükten sonra ekseri bir, bilemedin birkaç şiirle anılmıyor mu şairler!)
Ciddi bir oto-sansür vardır, 80’lerden önceki kuşaklarda. Kuşağının şairleri gibi, Fikret Demirağ da, aşk ve erotizm şiirleri yazarken bile oto-sansür devrededir. Toplumun ahlak değerlerini düşünen, öğrencileri karşısındaki bir öğretmenin kendini tutmasıdır.
Ben Lefkoşa’da, Marmara Bölgesinde yaşarken (2005-2008), komşu sayılırdık. En sık görüştüğümüz dönemdi. Ziyaretlerimin birinde, sanırım 21. kitabının yayınlanma vesilesiyle; daha çok kitap ölüme karşı, yaşama daha çok elle tutunma gayreti mi, yoksa ölümsüzlük şansını çoğaltmak için midir? diye sormuştum ona. Gülmüşü. Ve onunla sohbet edenlerin bildiği uzun bir açıklama yapmıştı bu konuda. Hassas ve kırılgan biriydi, edebiyat üzerine yaptığımız sohbetlerde zıtlaşırdık ara sıra, en fazla biz (genç kuşak) eleştiridik onu, ama bizi öğrencileri gibi gördüğü için gücenmez, kırılmazdı. Eski şairlere değil, ama genç kuşak şairlerine karşı tahammül eşiği yüksekti.
“Bence Fikret Demirağ, Kıbrıslıtürk Edebiyatının en iyi ağıt şairidir” demiştim yukarda sözettiğim, 1992’de yazdığım yazıda. Evet, Fikret Demirağ, her şeyden çok bir yas ve ağıt şairidir. Bütün eserlerine bakınca daha açık bir şekilde görülüyor bugün bu. Mitoloji ve tarih yanında, gündelik hayatla ve popüler kültürle de sıkı bir ilişkisi vardır şiirinin. Özellikle de son şiirlerinde daha çok göze çarpıyor bu.
‘Ne Asi’yim Ne İsa..’, ‘Ötme Keklik Ölürüm’, ‘Su Sustu’, ‘Kendimle Hesaplaşma’, ‘Afyonlama’, ‘Öldüğü İçin Oğluma Teşekür Ederim’, ‘Koku’, ‘Akdenizli’, ‘Sen Öldükten Sonra Da’ gibi eski şiirler ve ‘Acılı Bir Yurt’ dörtlemesindeki bazı şiirler, şair Fikret Demirağ’ı adı geçince ilk aklıma gelen, kanımı kabartan, ruhsal durumumu değiştiren şiirler. Ayrıca şiirleri yanında, 1960’tan beri gösterdiği istikrar, duruş, irade ve poetika olarak da büyük katkıda bulundu Kıbrıslıtürk şiirine. Genç şairlere örnek oldu.
Kıbrıslı bir erkek ile Japon bir kızın aşkını anlatan, ‘Yağmur Ağaçları’ adlı bir roman yayınlamıştı 24 yaşındayken. Sonradan, 2. Dünya savaşına katılan bir Kıbrıslı askerin (Yıltan Taşçı’nın babası) anılarından yararlandığı, ‘Şu Mithiş Savaş Yılları’ adlı bir de anı-roman yayınlamıştı 1985 yılında. Ama, konuşurken bu kitaplarının altını çizmez, hatta biyografilerine bile dahil etmezdi. Kimbilir, belki de bu iki kitabını şiirine ihanet olarak görürdü. Öldükten sonra, sadece ve sadece şair olarak, şiiriyle anılmak isterdi.
Ölüm her defasında tuhaf bir hareketlilik yaratır yaşayanlar arasında. Bir dostumuzu, yakınımızı kaybettiğimde ölümle tekrar yüzleşiyor, bir yerde kendi ölümümüzün provasını yapıyormuşuz gibi gelir bize. Ve ölüm var diye daha çok yazıyoruz. Ölüm olmasaydı, yazıya da ihtiyaç duyulmazdı herhalde. Kabul etsek de, etmesek de ölüme karşı çıkmak, ölümden sonrasına da uzanmak veya ölümeye hazırlanmak için yazıyoruz belli ki.
Şiir üzerine konuşmalarımızda, tartışmalarımızda şiiri hep şairin ölümünden sonraki zamana havale ederdi, zamanın iyi şiir/şair ve kötü şiir/şairi birbirinden ayıracağını söylerdi. Yazının başında da dediğim gibi, şair öldü ama yaşamını şiiri yüklendi şimdi...
***
İstanbul’dan gönderdiği son e-mailinde, “o lanet yeri özledim” demişti.
Ölümünün üzerinden bir yıl geçti... Zorunlu olarak İstanbul’a taşınmadan önceki, onun da katıldığı Yazarlar Birliği toplantıları, meyhane kaçamakları veya şiir etkinlikleri, benim için en eğlenceli, en neşeli olanlardı.
Özlüyoruz. Arıyoruz. Anıyoruz onu...
*Fikret Demirağ’ın, ‘Altın Arayıcısı’ adlı şiirinden.
**Fikret Demirağ’ın, ‘Afyonlanma’ adlı şiiri.