Neşeli bir Varşova kâbusu
Neşeli bir Varşova kâbusu
Ulaş Gökçe
Her dönemin karakteri mimariye yansır. Her insan, yaptığı ve yaptırdığı binanın mimarisinde kendini anlatır. Zevksiz ve kocaman evler yanlış kişinin kolayca ve kısa sürede büyük paralar elde ettiğini söyler. Fazla makyaj özgüven eksikliği, büyük araba saygı arayışı, av erkeklik ispatı, eşyacılığın mutsuzluğu anlattığı gibi…
Totaliter rejimlerin en önemli özelliği iktidarlarını hayatın tüm boyutlarına, her köşesine yaymak istemeleridir. Bir diktatör sadece insanların aklını değil, kalbini de işgal etme hayalinde olur, tüm hayatı kontrol etme çabasındadırlar her zaman… Bu nedenle totaliter rejimler sinemadan şiire, resimden eğitime, cinsel yaşamdan modaya kadar her konuya karışır, her konuda kural belirler. Totaliter rejimlerde, tek adam yönetimlerinde, diktatörlüklerde mimari en önemli alanlardan biridir. Çünkü mimari insanları tümden çevreler, binalar insanların gözünün, insanlar binalarda çalışırlar, yaşarlar.
Anıtsallık, monumentalizm, totaliter estetik anlayışının sanata ve mimariye bir yansımasıdır. Bu tür eserler devasa olurlar, heykellerle donatılırlar, mermerden, granitten yapılırlar. Almanya’dan İtalya’ya, Çin’den Rusya’ya, Türkiye’den Arnavutluk’a kadar totaliter zihniyetin geçtiği her yerde saraylar renksiz, devasa, olabildiğince yüksek olurlar.
İktidar binalarıyla tüm gücünü dosta ve düşmana belli etmek ister. Sosyosentrik dini anlayış üzerine şekillenen totaliter rejimlerde mimari; rejimin, devletin, hükümdarın, liderin yüceliğini ve bir insanın bu yücelik karşısındaki çaresizliğini yansıtır. Bir insan bu tür binaların karşısında kendini minnacık, aciz ve hükmedilmiş hisseder. Binalar öyle bir şekilde inşa edilmişlerdir ki insan binanın tam altında tüm dünyanın üzerine doğru çöktüğünü düşünmeye başlar.
İNSANI EZEN BİNALAR
Berlin’de, Roma’da, Madrid’de, Tiran’da, Pekin’de, Ankara’da, SSCB üyesi cumhuriyetlerin başkentlerinde totaliter mimari ve estetik anlayışının eseri olan tiyatrolar, heykeller, devlet binaları, kültür merkezleri görmek mümkündür. Bu tür eserlere ilk örnek gösterilebilecekler arasında geç dönem Stalinizmini yansıtan binalar bulunmaktadır. 40’lı yılların sonunda, yani savaştan galibiyetle çıkan ve dünyanın önemli bir bölümünün hükümdarı olduğu dönemde Sovyet rejimi Moskova’da, daha sonra Stalians olarak da anılacak mimaride gökdelenler yapmaya başlar. 49 yılından itibaren, Stalin’in öldüğü 53 yılına kadar Moskova’da 7 kızkardeş olarak adlandırılan gökdelenler inşa edilir. Bu binaların bazıları apartman, otel, biri üniversite, bazıları da devlet daireleridir. Sadece yüksek değil, aynı zamanda çok ama çok geniştirler. Bazılarının içinde 1500 kişilik toplantı salonları, tiyatrolar, kütüphaneler, yurtlar bulunur. Kudrinskaya Meydanı’ndaki apartmanda 450 daire yer alır. Şehrin en görünen, bazen de tepelerinde inşa edilen bu binalar yanındaki, karşısındaki insana onu ezecek gibi bakar. Yüzü renksiz, bakışları donuk, dimdik ve sert bakar.
Stalians mimarisinin bu korkutucu ve sembolik eserleri sadece Moskova’da yer almaz. Stalin döneminde yapılan klasik monumental mimari ürünü bu tür yüksek binaların aynısı Kiev’e, Riga’ya, Bükreş’e ve diğer yerlere de inşa edilir. Kiev’de öğrenim gördüğüm dönemde şehrin en önemli meydanına açılan en önemli caddesi Stalians binalarıyla kaplıydı. Şehir savaşta yıkılmış ve yeniden, böyle bir mimariyle inşa edilmişti. Hreşçatik caddesinin en korkunç ve yüksek binaları Stalin gökdelenleriydi. Ukrayna Oteli bunlardan biriydi; tepede, yüksekten, sarı sarı bakardı herkese. Bakanlar Kurulu, Dışişleri Bakanlığı binaları da böyle korkutucuydu. Yanlarına yaklaşıldığında insanın başı dönerdi üzerine gelen binlerce tonluk ağırlıktan. Moskovalılar çok severler bu görkemli binaları. En pahalı daireler bu 60 küsur yıllık binalardadır hala. 1 milyon, 3 milyon dolar… Ben ise bu tür binalardan hep korkmuşumdur, uzak durmuşumdur. Her caddesini, binasını bildiğim, her binasına girdiğim şehirlerde bu tür binalara özellikle girmemeyi tercih ederdim. Binaların yanından geçerken, yüzlerine bile bakmamaya çalışırdım.
LEHÇE HEYECANI
Yıllar önce Varşova’ya gitme şansı elde etmiştim. Slav dilleri arasında Lehçe, bende ayrı bir yer işgal eder. En güzel dillerdendir. Lehler, dilleri gibi eşsiz insanlardır. Avrupalı oldukça Slavlaşan, Slav oldukları kadar Batı Avrupa’nın parçasıdırlar. Kalabalık ve güçlü Polonya, Katolik ve batıcı Slav dünyasının, Doğu Avrupa’nın lider ülkesidir. Tarihi, Slav dünyasında ve Rus etkisi altında, batının yayılmacılığına rağmen hayatta kalma çabasının günlüğüdür. Lehçe bir eşsiz melodidir. Lehçe öğrenirken, bu dile yakın diğer dilleri bilmek, diğer dillerin öğreniminde olduğu gibi, büyük avantajdır. Tarihsel olarak Leh dünyası ile Rus dünyası arasında, tam ortasında bir dil, etnik ve siyasi konumda bulunur Ukrayna. Ukraynaca bazen, Rusçaya benzediğinden çok daha fazla benzer Lehçeye. Varşova’ya ilk kez gidiyordum, ilk kez öğrendiğim Lehçeyi kullanacaktım, heyecanlıydım.
Varşova, Ankara gibi tarihsel olarak silik bir şehirdir Leh siyasi hayatında. Aslında Polonya, Varşova dışında pek çok siyasi ve kültürel merkeze sahiptir: Gdansk, Krakow, Poznan şehirleri önemlidir. Varşova ise mimarisiyle, tarihiyle pek de ilgi çekici değildir bana göre… Ama Lehçe konuşabilecektim, bu yeterliydi. Her yerde Lehçe konuşuluyordu. Her yerde Lehçe yazılar vardı. Bilmediğim kelimeleri, yazıları anlamak için, diğer diller yardıma koşuyordu ve bir dil bütünlüklü olarak, ilk kez, tüm hatlarıyla önümde yükseliyordu.
GÜZEL VE ÇİRKİN
Uluslararası konferansa davet edenler, bizim için Varşova’nın en güzel otelini ayarlamışlardı. Bugüne kadar gördüğüm ve kaldığım en güzel, en yüksek, en büyük, en çağdaş oteldi. 16. kattaki odama çıktım. Bir uzay mekiği gibiydi odası. Lehçeye uyum sürecimin kesintiye uğramaması için hemen televizyonu açtım. Bir haber kanalı, ülkeden haberler veriyordu. Tamam, bu benim için yeterli bir seviyeydi. Bir dilde yeni bir kültürü, ülkeyi, tarihi, insanları anlamaya başlamak en heyecan verici şeylerden biridir. Bildiğin bir dilde yeni bir ülke tanımak da aynıdır. İngilizce bilip Amerika’yı yerinde tanımak, Rusça bilip Kırgızistan’ı öğrenmek, Fransızca bilip İsviçre’yi keşfetmek heyecanlıdır.
Her şey güzeldi. Şehre 16. kattan bakmayı düşünmek bile güzeldi. Otel odasının geniş bir penceresi vardı. Hemen perdeleri iyice araladım. Gökyüzünde kara bulutlar vardı, hava kasvetliydi, sabah yağmur yağmıştı, sonbahardı. Pencereden baktım. Tam karşımda 42 katlı bir Stalin gökdeleni dev vardı. Aklımdaki diller, mekân, zaman kavramı bir anda karıştı.
Moskova’da mıydım, Kiev’e mi dönmüştüm? Bu neydi. Gözlerine inanamamanın ne olduğunu ilk kez esaslı anladım. Kasvetli hava öldürücü hale dönüştü, heyecan yerini Stalin ve dönemiyle ilişkilendirilen tüm kötü olayların yarattığı kaygılı ruh haline bıraktı. En sevmediğim mimari, en kaçtığım bina türü tüm heybetiyle, en beklemediğim yerde karşıma çıkmıştı.
HEDİYE BİNA
Prag’da, Kiev’de, Bükreş’te, Moskova’da, Çelyabinsk’teki Stalin gökdelenlerinden biri de “kardeş Polonya halkına” hediye edilmişti. 42 katlıydı, 3300 odası, 237 metre yüksekliği vardı. Sarıydı, mermerdi, kirliydi, ağırdı, korkunçtu, kızgındı. Kültür ve Bilim Sarayı, Varşova’nın merkezinde bana Hitler’i, Mussolini’yi, Franko’yu, Stalin’i hatırlattı. Ne kadar kaçsak da tarih beklenmedik zamanda ve yerde karşımıza çıkıyor.
Varşova gri, renksiz, sarı renkli, somurtkan bazı binalarına rağmen güzeldi. Lehçenin konuşulduğu her yer gibi…