Neşeli Farkındalıklar
Her yeni deneyim, insanı deneyimlendiği şeyleri anlamaya ve ifade etmek için yeni kavramlar üretmeye iter
Bilge Azgın
bilge.azgı[email protected]
“Ben ve hastalarım, hepimizin hala içinde varlığını sürdürdüğü iki milyon yaşındaki insanın üzerine birlikte düşünüp dururuz. En son tahlilde, yaşadığımız birçok zorluğun altında yatan şey kendi içgüdülerimizle olan bağımızın kopmuş olduğu gerçeği yatmaktadır. Yani içimizdeki asırlar boyu depolanmış ve unutulmamış bilgelikten kopuk oluşumuz gerçeği. İçimizdeki bu yaşlı insanla ne zaman temasa geçeriz? Rüyalarımızda…”
C.G.Jung. “Psikolojik Düşünceler”
Bir akşam üzeri alacakaranlığında uyku ile uykusuzluk arasında yüzüstü uzanıyordum. Aniden karşıma bir kızılderili çıktı. İçtiği çubuktan iki üç kez yüzüme üfleyip kayboldu. Dumanın etkisiyle öksürmeye başladım. Derken karşımda şişman tatlı bir adam beliriverdi. Bana bakarak kahkaha atıyordu.
“Salak, ne bu halin?” diye sordu.
“Bilmiyorum. Kendimi bitkin ve tükenmiş hissediyorum” dedim.
“Bitkin değilsin salak! Neşesizsin!” diyerek cevapladı.
Neşeli bir yüzle bana bakıp bakıp gülümsüyordu.
“Sen kimsin?” diye soruverdim. “Onu sen bulacaksın salak!” diyerek cevabı yapıştırdı.
Hafiften sinirlenmeye başlamıştım. “Sen niye bana salak deyip duruyorsun ki?!” diye sordum. “Onu da sen bulacaksın salak!” deyip gülmeye devam etti.
Adam tam da yanakları sıkılası tonton bir hınzırdı.
Bu kez “Sen niye bana böyle bakıp bakıp gülüyorsun ki?” diye sordum.
Tonton, ne de olsa, hazır cevap biri. “Sen niye bana bakıp gülmüyorsun ki?” diye yanıt verdi.
Nefs: Niye gülümseyip duruyorsun anlamadım! Komik olan ne?
Tonton: Salak kendine bir baksana? Ben sana bakarak kahkaha atıyorum, sen de benimle birlikte güleceğine bana sorular sorup duruyorsun. Bu halin yeterince komik değil mi? Bana soru soracağına insanlar senin bu hallerine güldüklerinde niye onlarla birlikte kendi kendine gülemiyorsun diye kendi kendine sorsana?
Nefs: Niye gülüp durduğunu hala anlamış değilim.
Tonton: İnsanlar çoğunlukla karşılarındaki kişilerin farkındalıksız hallerine gülerler veya sinir olup kızarlar. Sinir olup kızmak yerine gülümsemek en iyisi. Tüm bunlar yeterince komik değil mi? Ha ha ha ha ha!
Nefs: Gülüp dalga geçmek hoş değil ki!
Tonton: Seninle ille de dalga geçmiyorlar ki! Senin hallerini komik bulup gülüyorlar işte! Hatta, ne zaman seninle birinin dalga geçtiğini fark ediyorsan onlara teşekkür bile edebilirsin. Kim bilir belki de senin farkındalıksızlıklarına, ego triplerinin saçmalığına, toplum karşısında oynadığın rolün kasıntılı hallerine veya samimiyetsizliğine, devamlı kendini kanıtlama çabana veya gösteriş meraklılığına ayna tutuyorlardır. Ha ha ha ha…
Nefs: Senin şu anda yaptığın gibi bana bakarak alay edercesine devamlı gülmen yine de hoş değil!
Tonton: Salak ego triplerin ve oynadığın roller sen misin ki? Ego triplerini sen diye kabul edip kendi benliğinle özdeşleştirmen başka bir komedi! Ha ha ha ha ha….
Nefs: Senin de her şeye bir cevabın var! Her şeye de gülecek bir şey buluyorsun! Belli ki sendeki menü geniş!
Tonton: Evet salak menümüz geniş! Senin ve insanların olayları gereğinden fazla ciddiye alma hallerine de gülüyorum! Nev’i şahsına münhasır hallerine de, tepkisel kalıplarına da, sakarlıklarına ve alışkanlıklarına da. Gülecek konu çok! Sen de gülsene! Ha ha ha ha ha….
Tonton kulakları çınlatan kahkahasını atarken, insanların geçmişte bana güldükleri olaylar bir bir gözümünün önünden film şeridi gibi geçti. Tonton’un söylediklerinde kesinlikle haklılık payı vardı. Ardından bana neşe dolu kahkaha atan halimin nasıl olacağını gösterdi. Karşımda bana gösterdiği “ben” devamlı kahkaha atıp duruyordu.
Nefs: Bu halimi bana nereden bulup gösterdin?
Tonton: Salak neşeli olmak senin kendi özgün halin!
Nefs: İnsanlar neden neşeli değiller, o zaman?
Tonton: Birçok sebepten. Kimisi üzgün mağduru oynuyor, kimisi kendini devamlı suçlu görüyor. Kimisi ise kendini hep haklı göstermek için devamlı başkalarını suçlayıp duruyor. Ego labirentinin bin bir farklı halleri var. Gülmek seni kendi egonun labirentinden mesafe alıp uzaktan bakmanı sağlar. Ha ha ha ha….
Nefs: Eee basit işlerle uğraşmıyoruz ki de habire gülelim!
Tonton: Salak, kendi kendini ne kadar da ciddiye alıyorsun öyle! Sen gülmeyince yaptığın işlerin otomatikman daha önemli mi olduğunu sanıyorsun? Veya gülmeyince her ne yapıyorsan daha iyi mi yapacağını sanıyorsun? Ha ha ha ha.
Nefs: Doğru diyorsun! Evet mantıklı…Çok mantıklı… Ama işte bir sürü şeyi devamlı analiz edip durmak veya anlamaya çalışmak kolay değil. Beni yoruyor.
Bu sözlerimin ardından bizim Tonton’un gülüşü gök gürültüsü gibi gümbürdemeye başladı.
Tonton: Salak, bir sürü şeyi biliyorsun ama hala neden ve nasıl gülümseneceğini bana sorup duruyorsun! Neşeyi durmadan aklından peş peşe geçirdiğin düşüncelerde bulacağını sanıp labirentlerin içinde dolaşıp duruyorsun. Ha ha ha ha….
Tonton’un bu sözleri üzerine ben de gülmeye başladım. Hakikaten kafamızda büyüttüğümüz onca sorulara cevap aramak veya önem atfettiğimiz şeyleri yapma uğraşı neden sürekli ciddiyet gerektirsin ki? Gerektirmiyorsa bu ciddiyet niye? Birden Dalai Lama ve Desmand Tutu aklıma geldi. Rahatça çocuksu hallere bürünüp birbirleriyle şakalaşabiliyorlar; sonra da “hadi ama kutsal bir adammış gibi davran” deyip kendi kendileriyle de dalga geçebiliyorlardı. Ruhani dünyanın insanları, rollerinin ve unvanlarının sahte gerçekliğine kapılmadan şakalaşabiliyorlardı. Çünkü kendilerinin o rollerden ibaret olmadıklarını çok iyi farkındaydılar. Aslında kendi kendine gülebilmek ne kadar üst balkonuna çıkıp kendi kendine yukarıdan bakıp tekamül edebildiğinle de ilintili bir husustur. Evet! Neşe ile farkındalık kesinlikle birbirleriyle ilintili olmalıdır.
Sonra bir baktım bizim Tonton”un sağında ve sol tarafında gözün alabildiğince insan belirdi. Bizim Tonton “salağa bakın, birçok şey biliyor ama bana nasıl neşe içinde kahkaha atacağını sorup duruyor” deyip etrafındaki insanlarla birlikte bana gülmeye başladılar. Ben de onlarla birlikte gülmeye başladım. Gerçekten de durumum çok komikti…
Tonton: Anlamadın mı salak bu bir ‘Kozmik Şaka’! İnsanlar kendi kendilerinin kör noktalarının farkında olmadan karşı tarafın kör noktalarına parmak gösterip gülüyorlar. Herkes bir diğerinin farkındalıksız hallerine gülüyor kendi farkındalıksız hallerinin farkına varmadan! Tüm bu absürtlüğün karşısında kahkahayı basmayıp da ne yapacaksın?! Ha ha ha ha ha ha ha…
Ardından kalabalığın içinden biri öne atılıp durdu ve tüm kalabalık ona gülmeye başladı. Ardından başka biri çıktı…Herkes sırayla bir bir ortaya çıkıyor ve etraftaki herkes ortadaki kişiye gülüp duruyordu. ‘Kozmik Şaka’ buydu! Herkes kendi kendine bakmadan bir diğerinin farkındalıksızlık hallerine gülüp gülüp duruyordu!
En sonunda Tonton’a “Buldum, sen gülen Buddha’sın?” deyince Tonton da “Evet, salak, buldun!” dedi. Birlikte gülmeye başladık. Ardından, içlerinden etrafa gökkuşakları saçılan havai fişekler patladı. Binlerce uçuşan gökkuşağı gökyüzünün her tarafını sarıp sarmaladı. Karşımda bakmaya doyamayacağım harükulade bir manzara oluşmuştu.
Huşu içinde tüm bu renk cümbüşüne tanıklık ederken karşımda bu kez Buddha belirdi ve kalbime altın sarısı bir sıvı dökmeye başladı. “Ne yapıyorsun?” diye sorduğumda “Sana daha önce kalbimi vermiştim şimdi içine neşe döküyorum” dedi. Altın sarısı sıvıyı kalbimin içine dökdükçe tüm benliğimi tarif edemeyeceğim bir ilahi neşe ve coşku sarıyordu. İlahi coşkudan feyz alan insanların herhangi bir sebep olmadan neden o denli neşeli olduklarını şimdi anlıyordum.
Sanırım kollektif bilinçaltının, sahnelenen ritüellerle bana iletmeye çalıştığı şey (sembolik manada), neşeyi dışarıda aramanın beyhude bir çabadan ibaret olduğu gerçeğiydi. Neşe bir tek kalbin derinliklerinde bulunabilirdi! Ancak her kalbin değil; en derinlerine kadar altınla donatılmış bir kalbin! Bu imge, neşe ve farkındalığın iç içe geçmişliğinin zaruriyetini tam anlamıyla ifade ediyordu!
Ancak kafama başka bir şey takılmıştı. Eğer sembolik anlamda kalbime sıvı döken Buddha ise, bana gülüp duran tonton yani Gülen Buddha kimdi? İkisi de aynı kişiler miydi? Bu konuyla ilgili araştırmaya koyulduğumda Gülen Buddha’nın Siddharta Buddha olmadığını öğrendim. Batı’daki insanlar genellikle, aynen benim sandığım gibi, Gülen Buddha ile Buddha’nın aynı kişi olduğunu sanırlar. Halbuki Gülen Buddha olarak adlandırılan kişinin ismi Budai veya Pu-Tai imiş. Çin tarihine göre Pu-Tai M.Ö 900’lü yıllarda yaşayan eksantrik bir keşişmiş. Efsaneye göre Pu-tai gittiği her yere mutluluk ve neşe götürürmüş. Her gittiği bölgede etrafına insanları mıknatıs gibi çekmeyi başarır ve göğe doğru bakıp deli gibi kahkalar atması ile meşhurmuş. Kahkahası bulaşıcı olduğu için, etrafına toplanan herkes de onun gibi kahkaha atmaya başlarmış. Herkes kahkaha atmaya başlayınca Pu-tai’nin görevi tamamlanırmış ve pılısını pırtısını toplayıp diğer köye doğru yola koyuluyormuş. İnsanlara mutluluk ve aydınlanma yaymasının yöntemi buymuş.
Her yeni deneyim, insanı deneyimlendiği şeyleri anlamaya ve ifade etmek için yeni kavramlar üretmeye iter. Jung’un Kırmızı Kitap döneminde kendi bilinçaltından yüzeye fışkırıp benliğini sarsan hatta akıl sağlığını tehdit eden fantaziler ve imgeler silsilesinde yaşlı bilge arketipinin ismi Philemon idi. Jung, daha sonraları, ortaya attığı kavramların ve kurguladığı analitik psikolojinin temellerini Kırmızı Kitap döneminde deneyimlediği sıradışı ve ruhsal anlamda zorlayıcı sürece atfeder. Jung, anılarını yazarken ifade ettiği gibi:
“…Bu deruni hayalleri izlediğim yıllar, hayatımın en önemli dönemleriydi. Diğer her şey buradan yola çıktı... Tüm hayatım, bilinçdışından patlak veren gizemli bir çağlayan gibi, bazen beni yıkabilecek kadar güçlü olan bu akıntıyı anlamaya çalışmakla geçti... Sonrası sadece sınıflandırma, bilimsel değerlendirme ve hayata tatbik etme. Fakat tüm anlattıklarımı içeren ilahi (numinous) başlangıç, o tarihlerde kaynaklanır.”
Gerçekten de Jung, Freud’un ötesine geçip ruh biliminde yeni kapılar açmasını, Kırmızı Kitap döneminde aktif hayal kurma tekniğiyle tecrübe ettiği zorlu süreçlere borçludur. Jung’un kendi beyanına göre, Philemon ona bu zorlu süreçte Hintlilerin deyimiyle guruluk yapmıştır. Jung, daha sonraları anılarını yazarken, şu yorumda bulunmuştur:
“Philemon ile karşılaşmalarım bana insan ruhunun derinliklerinde kendi bilincimizin ötesinde kendi kendine yaratılmış, kendi hayatı olan şeylerin olduğunu ve bizzat ruhun gerçek olduğunu göstermiştir... Philemon üstün içgörüye sahipti ve benim daha önce hiç düşünemediğim şeyleri formüle edip ifade etmiştir.”
Tüm bunlar Jung’a, Freud’un çizdiği sınırlarını aşıp bireysel bilinçaltının ötesinde kollektif bilinçaltının var olduğunu, bilinçaltının sadece bastırılmış negatif unsurlardan öte yaratıcı, bütünleştirici ve iyileştirici bir esrarlı potansiyelin de (numinous) kaynağı olduğu gerçekliğini göstermiştir. Jung’un kendi hayat serüveninde karşısına çıkan yaşlı bilge arketipi rolünü oynayan mitolojik figür ağırlıkla Philemon olsa da, yaşlı bilge arketipindeki figürler birden fazla ve farklı mitolojik geleneklerden de karşımıza çıkabilir. Bu tür şeylere, transpersonal psikoloji alanında Stanislav Grof gibi psikiyatrların yaptıkları çalışmalarda sıklıkla rastlanmıştır.
Jung’un ruh bilimine kazandırdığı kolektif bilinçaltı, Ben (Self), arketip, veya bireyselleşme (individuation) gibi kavramlarla ifade etmeye çalıştığı şeylerin bir nebze geçerlilik payına sahip olduğunu göz önünde bulundurursak, Gülen Buddha’nın neşe için bana söylediği şeyler ile Philemon’un Jung’a neşe için söylediği şeylerin hemen hemen benzer kapıya çıkmaları şaşırtıcı değildir. Yaşlı bilge arketipindeki Philemon’un, Jung’un bireyselleşme sürecine katkı koyarken neşe için şunları söylemiştir.
“Gerçek neşe basittir. Kendiliğinden gelir ve var olur. Neşeyi orda burda aramaya gerek yoktur!...Neşe kendi içindeki potansiyeli gerçekleştirmekten gelir, bir şeyin özlemini çekmekten değil!”
Aslında gerek Gülen Buddha’nın, gerekse de Filemon’un neşe için söyledikleriyle farklı çağlarda farklı felsefik ve dini öğretilerin söylediklerinin kesiştiği nokta şudur: Neşeyi dış dünyada bulmaya çalışmak eninde sonunda beyhude bir çabadır! Çünkü neşe tek başına dışarıda aranıp bulunacak bir şey değildir! Varoluşun derinliklerinde keşfedilecek bir şeydir!
Vurgulamak gerekir ki, insanların sıklıkla içine düştüğü ilüzyon neşeyi arzunun (isteğin) sonucunda ortaya çıkacak bir varış noktası gibi algılamalarından kaynaklanmaktadır. Arzu insanı dünyada bir şeyler elde etmeye ve sahip olmaya yönelten dürtüdür. Maddi açıdan konforlu bir hayat, iyi bir sosyal statü, değer verilen şeyleri başarmak veya güç pozisyonu sahibi olmak birçoğumuz için hayatta elde edilmesi gereken unsurları olarak karşımızı çıkar. Bu da oldukça doğaldır! İdrak edilmesi gereken şey hayat boyu süren çabaların sonunda tüm bu başarıları elde etmenin, neşeyi bulmamıza yetmeyeceğidir! Çünkü neşe sadece dış dünyaya yönelerek elde edilecek veya sahip olunacak bir ödül değildir. İçte keşfedilebilmesi gereken bir varoluş halidir.
Philemon’un Jung’a söyledikleri daha çok bu noktayı vurgularken, Buddha’nın içine sıvı altın döktüğü kalp imgesi de daha farklı bir hususa işaret etmektedir. O da neşenin (soyut anlamda içte keşfedilmesinin ötesinde) tüm yaratılışı koşulsuz sevme haline yaklaştıkça zuhur edecek bir varoluş hali olduğu gerçeğidir. Yaşamın ifadesini bulan her şeyi koşul belirtmeden sevebilmeyi en derinliklerine kadar altın sızan bir kalbi keşfetmekten geçtiğini söylemek abartılı olmaz. Bu bağlamda, hayatta değer verdiğimiz şeyleri başarmak veya elde etmekle yaşanan sevinç veya haz duygusu ile neşe aynı şeyler değildir. Neşe tüm varoluşun ve yaşamın ifadesini bulan her şeyi sevebilmektir. Çünkü sevmenin sınırı ve derecesi yoktur.