Nevzat Yalçın’dan Mektuplar
İki yıl önce (31 Ekim 2012) Halver’de yaşamını yitiren Nevzat Yalçın’la(d.1 Eylül 1926) uzun bir süre mektuplaşmış; edebiyat üzerine görüş alışverişinde bulunmuştuk…
Ölümünün ikinci yılında, (pek çokları gibi) değeri anlaşılamamış bu edebiyatçımızı, (5-10-1998 tarihli, daktiloyla yazılmış) bir mektubunu aktararak saygıyla anıyorum…
Sevgili Tamer,
20 Ağustos tarihli yanıtını Eylül’ün 16’sında Almanya’ya döndüğüm zaman aldım; teşekkür ederim. Biriken mektupları sıraya koyup öyle cevaplayayım derken seninki bugüne kaldı. Gecikme o yüzden, özür dilerim.
Yazdıklarını, farklı düşünceler taşısak da severek okudum. Her zaman aynı düşünceleri paylaşamayacağımıza göre, sapla samanı birbirine karıştırmadan uygarca birbirimizle tartışmak zorunda olduğumuzu kabul etmeliyiz. Sevgiyi, saygıyı yitirmeden. Sanırım, insanlar arasındaki acıları doğuran etkenlerin başında iletişim yokluğu gibi zaaf ve ilkellikler gelir. Oysa iletişim imkanlarının çok geniş ve çeşitli olduğu bir çağdayız, değil mi? Bu bakımdan, yanıtını sevgiyle karşıladım.
Bak, sana 3 Eylül tarihli Cumhuriyet’ten kestiğim, tam bir aydın sayıp yazılarını severek okuduğum Server Tanilli’nin bir yazısını yolluyorum. Bunu okuduktan sonraki düşüncelerini merak ediyorum.Bence, Tanilli’nin değindiği gibi, şiir, her şeyden önce “işçilik”tir ve “hangi gerçeği anlatırsa anlatsın, eninde sonunda kelimelerle yapılan bir söz sanatıdır.” Konu, dâvâ, gerçeklik vs ikincil kalır. Büyük şairlerimiz de hep öyle düşünmemiş midir? Nazım bir Türkçe kuyumcusuydu; Yahya Kemal ve daha pek çokları… Düşünceye ifade güzelliği olmadan bir ruh vermek mümkün değil ki… Sanırım, bizde yeni kuşakları eski şiirimizin güzelliklerinden koparan şey, dilde zorlamalarla yaratılan iletişim kopukluğudur. Oysa, dildeki gelişim ve değişime paralel olarak, eski kültürümüze, eski edebiyatımıza olan iletişim mutlaka korunmalıydı. Öyle olmadı, ama yeni kuşakları suçlamaya hakkımız yok… Önceki kuşaklar, bugünkü iletişim kopukluğunu doğuran aşırı özleştirmeciliğe gittiler. Bu yüzden, günümüz genci, altı yüz yıllık geçmiş kültürümüzü haklı olarak anlamayınca elinin tersiyle itiyor. Pek doğal olarak da, Tanilli’nin sözünü ettiği işçiliğin ve söz sanatının zevkine varamıyor. Bunlar olmadan şiirin işlevi ne olabilir? Toplum sorunlarından mesaj vermek mi? Kaldı ki, yazıdaki örneklerde görebileceğin gibi, kimi divan şairleri hem sanatı, hem toplum sorunlarını çok güzel bağdaştırmışlardır. Nazım’ı Nazım yapan dil işçiliğindeki büyük ustalığıdır. Yoksa makale de dava ve doktirin için kullanılabilirdi. Düşüncem bu…
Pygmalion’un bahsettiğin sayılarını hiç görmedim. Sözünü ettiğin “Kıbrıs Türk Milli Şairler Antolojisi” yeni mi yayımlandı? Görmemiş olmakla birlikte, “Gavur kellesi ezen”, “kan akıtmaya çağıran” dizelerin “şiir” dediğimiz yüceliğe erişemeyeceği konusundaki düşünceni paylaşıyorum.
Antolojiler konusunda şunu söyleyebilirim, sevgili Tamer: İstendiği kadar antoloji yayımlansın, bu antolojiler istendiği kadar şişirilsin, hem bunları önleyemezsin, hem de eninde sonunda hepsi de hatır gönül tanımayan zaman süzgecinden geçer. Süzgeçten gerçek şiire ulaşan geçer. Geriye kalan Posa’dır. Bu süreç bazen nesiller sürer. Davetlerde de öyle değil midir? Davet edilmiş olmak kimin değerine ne ilave edebilir ki? Aslında okunacak şiirlerin bir seçici kuruldan geçmesi gerekir. Benim oraya yıllık gelişlerimde daima dikkatimi çeken şey, fikir ve sanat adamları arasındaki gergin havadır, tansiyondur. Bundan şahsen rahatsız olduğumu itiraf etmeliyim. Mümkün olduğu kadar az kimse ile görüşmeye çalışırım. Dediğim gibi, toplumun kaymağı olan aydınlarda kendine güven ve rahatlık duyguları taşıyan, hoş gören, etrafını sevgiyle kucaklayan bir tavır da göremedim. Paylaşılamayan ne var ki? Öncü hareketlerle toplumu aydınlatmak, toplumu kucaklamak en güzeli olmaz mı? O zaman toplum da aydınlarını kucaklamaz mı? Bilmiyorum yanlış mı düşünüyorum…
Mektubunda, “ortalıkta yüzlerce şair ismi dolaşıyor. Kimse de bu insanlar ne yazmış, ne üretmiş diye araştırma gereksinimi duymuyor. Umarsız bir kabulleniş ile ‘şiir’ ve ‘şair’ kavramları dumura uğratılıyor” cümlesi beni hem güldürdü, hem düşündürdü. Bence bu kavramlar hiçbir zaman dumura uğramaz; olan yine “teşâur” (şairlik taslama) sahiplerine olur; zamanı gelince hepsi buharlaşır, çıkardıkları gürültü de artık duyulmaz olur.
Bu nedenle, bunlara ancak gülünür, geçilir. Ama gerçek şiir ve şair bâkidir. Bu konu bana “şiir”in tarifini isteyenleri hatırlattı. Benim, bu yılın başlarında, çoğu son yirmi yılda yazdığım şiirlerin Almanca çevirileri “Die Sonne und der Mann” adı altında kitap halinde Frankfurt’ta yayımlandı. Oraya yazdığım önsözde, “şiir”in tarifinin mümkün olmadığı tezini işledim. 15 Kasım’da “Heimat Museum”da bir okuma seansım var. Lafı uzatmayayım, orada da önce önsözümü okuyacağım, çünkü birçok insana (burada da ‘teşâur’ sahipleri çok!) şiir nedir diye sorsanız, kendi yazdıklarını örnek olarak gösterir. Biraz önce dediğim gibi, zaman en şaşmaz mîyadır. ‘teşâur’ ehline verilecek en iyi karşılık bıyıkaltı gülmektir.
Sevgili Tamer, eşine ve sana güzel günler diliyor; sevgi ve saygılarımı yolluyorum.
P.S. İkinci sayfa biçimsiz oldu, özür diliyorum.(El yazısıyla)
Nevzat Yalçın