New York’un düşündürdükleri
Masada bir adım önde olma stratejisinden vazgeçmediğimiz yönünde açıklamalar yaptı Sayın Özersay New York Zirvesi öncesinde. Bu stratejimizin altında yatan niyetin ne olduğuna ilişkin güneyin yaptığı spekülasyonlara dünyanın hâlâ geçit veriyor olmasının s
Masada bir adım önde olma stratejisinden vazgeçmediğimiz yönünde açıklamalar yaptı Sayın Özersay New York Zirvesi öncesinde. Bu stratejimizin altında yatan niyetin ne olduğuna ilişkin güneyin yaptığı spekülasyonlara dünyanın hâlâ geçit veriyor olmasının sebeplerini iyi düşünmemiz gerektiği kanısındayım.
İktidardaki UBP’nin Genel Sekreteri’nin zirveyi önemsizleştiren söylemleri, Sayın Özersay’ın açıklamaları ile ciddi çelişkiler içeriyor. Sayın Hasipoğlu’nun, “Artık Kıbrıs’ta BM’ye de ihtiyacımız kalmamıştır” şeklindeki açıklaması ise niyetin mevcut durumu olağanlaştırmak olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu tabloya göre Türk tarafı “umutludur” ancak bu zirveden umulan, çözümsüzlüğün faturasının güneye kesilmesi ve bölünmüşlüğün BM tarafından onaylanmasıdır. Anlaşılan o ki Eroğlu-UBP iktidarında mesele lalettayin bir spekülasyon olmaktan çıkmakta, vahim bir hâl almaktadır...
Nisan 2009’dan beridir dünya indinde ciddi zemin kaybediyoruz. Verdiğimiz oylarla seçtiğimiz temsilcilerin ayrılıkçı emelleri çözüm irademizi sulandırmakta, dünyadaki inandırıcılığımızı zedelemektedir. Kıbrıslı Türkler bir eksen kayması yaşamakta, bu durum en fazla güneydeki çözüm karşıtlarını rahatlatmaktadır.
İlk bakışta Kıbrıslı Türklerle birlikte Türkiye’nin de bu ayrılıkçı rüzgârın mağduru olduğu görülüyor ancak gerçekte durum nedir? Sayın Erdoğan’ın İrsen Küçük ile el ele çekilmiş fotoğrafları, eksen kaymasının Kuzey Kıbrıs ile sınırlı olmayabileceği algısını yaratmakta; Türkiye ile Kıbrıslı Türklerin el ele, paraşütsüz bir şekilde uçaktan atlamakta olduğu imajını doğurmaktadır.
Türkiye ve buradaki iktidar mensuplarının mevcut performanslarıyla maalesef her gün çözüm paradigmasından biraz daha uzaklaşıyoruz. “Çözüm istiyoruz” demek, bizi “çözüm yanlısı” kılmıyor. “Kıbrıs sorununda Türkiye ne derse o olur” propagandasının etkisiyle gerçekte çözüm yanlısı olmayanları iktidara taşıdık. New York sonrasında Nisan 2009 ve Nisan 2010’un ciddi faturası ile karşı karşıya kalacağımız endişesi büyüyor her geçen günle birlikte...
O halde ne yapmak gerekir?
Çözüm paradigması acilen iktidara taşınmalıdır. Gün, çözüm paradigmasının gerçek ve yorulmaz temsilcilerinin siyaseten aynaya bakma ve kendilerini yenileme günüdür. “Rumlar çözüm istemiyorsa çözüm siyasetine destek vermeye de gerek yoktur” demagojisini yenecek olan, bu ülkeyi, çözüm yanlılarının, ayrılıkçı politika güdenlerden daha iyi yönetebilecekleri hususunda, halkımızın ikna olabilmesidir!
Toplumumuzda kendi kendini yönetme istenci yükseliyorken, bu iradenin hangi maksatla kullanılacağı merak konusudur. Rumlarla dolaylı bir vesayet ilişkisi yaratacak “çözüm olana kadar mevcudu koruma” yaklaşımını onaylıyor mu halkımız? “Çözüm siyaseti” ile “çözüm olmadan hiçbir şey düzelmez statükosu” arasındaki farkı açıklamakta yeterince başarılı mıyız?
Bu konudaki soru işaretleri, biat kültürünün temsilcilerine iktidar yolunu açmakta; bu koşullarda gündeme gelen reformlar paradoksal bir şekilde dünya nazarında çözüm paradigmasından uzaklaştığımız algısını geliştirmekte; nihayetinde masada Türk tarafının eli ciddi şekilde zayıflatılmaktadır. Bu kısır döngüyü tersine çevirmek zorundayız. Türk tarafının sözde değil özde çabalarıyla çözüme ulaşabilmenin yolu, “çözüm olmadan hiçbir şey düzelmez” pesimizminin bacağını kırmaktan geçmektedir.
Günümüzde, toplumlar, varoluş için en kötü koşullarda bile iç dinamiklerini seferber ederek dünyadaki değişim trendini izlemeye çalışmakta, ortak değerler üzerinden ilerlemeyi öngörmektedirler. Özgürlük, refah, adalet, hoşgörü, uzlaşma, barış, düzen, bilgi, ahlâk ve kalite... Bunlara odaklanmalı, reformlarımızı çözüm sonrasına ertelememeliyiz. Çözüm paradigması ve çözümün kendisi, evrensel ortak değerlere ulaşmamızda katalizör rol oynayacaktır. Bugün “çözüme kadar mevcudu korumaktan yana” tavır geliştirenler belki de istemedikleri halde gerçekte siyaseti bireysel ve zümresel çıkarların esiri yapmaktadırlar. Ancak yarın çözüm gerçekleşse de evrensel kriterler ölçütünde bir demokratik ve ekonomik yapılanmaya arka çıkacaklarını kim garanti edebilir? Statükoculuğun da ideolojik bir arka planı vardır ve her koşulda kendini hissettirmesi olasıdır...