Neye rıza gösterdiğimizin farkında mıyız?
Dünyada demokrasinin çözülme süreci yaşanıyor. Bazı yazarlar bunu “demokrasisizleşme” diye tanımlarken bazıları “demokrasiden çıkma” dönemi diye aksettirir. Aşırı sağın yükselişi ile toplumlar içinde öteki olarak tanımlanan kesimlerin (özellikle azınlıklar, göçmenler ve mülteciler) maruz bırakıldığı bir nefret dalgası üretilir.
Egemenliğini ilan eden ve genel manada neo-liberalizm diye tanımlanan sistem; uzun süre sadece ekonomik bir yapı olarak görülse de aslında tam anlamıyla bir iktidar modeli üretti. Kendini sürekli tekrarlayan krizler ve ona bağlı yaratılan umutsuzluk hissi ile var etti, ediyor. Ekonomik ve sosyal manada yaşanan çöküntü, iktidar sahiplerinin istemediği değil, bilakis arzu ettikleri bir durum. Böylece ayakta ve hayatta kalmayı başarıyorlar.
Bu düzen içerisinde kamu fikri zayıflatılıyor, hukuk devleti ilkesi ise tasfiye ediliyor. Kamusallık sadece sosyal devletin gereklerini yerine getirme becerisi değil. Ayrıca toplum içerisinde yaşayanların, farklı ihtiyaç ve özelliklere sahip kesimlerin sorunlarına dair duyarsızlaşması, ortak çare ve çözüm arama iradesinin ortadan kaldırılması ile birlikte yaşamın değeri azalıyor. Tabi ki bu noktada en ağır darbeyi yoksulluğun derinleşmesi sonucunda, güvencesiz ve sömürü düzeyinde çalıştırılan emekçiler alıyor. Orta sınıf ise ciddi bir korku dalgasının içine hapsoluyor.
İşte bu korku, tüm kötülüklerin başlangıcı. Sistem o şekilde kurgulanmış ki, bu durumu çok iyi kullanıyor. İlk etapta ideolojinin olmadığı, siyasetin bir çözüm getirmediği, zaten herkesin ve her şeyin aynı olduğu yanılsaması yaratılıyor. Hedeflenen amaç, politik çözümlere yönelik filizlenebilecek umudu karartmak. Bir nevi çıkış yolu olmadığı algısını yerleştiriliyor. Mesela hukuka aykırı bir icraattan veya bir ihale vurgunundan bahsedecek olsanız, hemen o bilindik cümle gelir: “Zaten hepsi aynı değil mi?!” Hayır değil ve biz bunu görmedikçe daha da kararıyor geleceğimiz.
***
Devletin, toplumun refahını sağlama ve adaletsizlikleri sona erdirme rolü ortadan kalkınca, varlığını devam ettirmek için baskı araçları devreye girer. Özgürlükler sınırlandırılır, haklar tek tek budanmaya başlar. İlke etapta da muhalif sesler temizlenir ki çatlak oluşup su oradan akıp gitmesin. Ama hiçbir yapı sadece zor kullanarak ayakta kalamaz.
Bir şekilde insanların rızalarını oluşturması gerekir. Bunun için ülkede yaşayanlar arasında güvenlik kaygısı yaratmak ve kaosun giderek derinleşeceğine ilişkin korku salmak gerekir. Böylece toplumsal gruplar arasında kutuplaşma ve birbirlerine karşı duydukları nefret de artar. Hal böyle olunca bütünlüklü bir mücadele örmenin de önüne geçilir. Göçmenler, yabancılar her türlü sosyal patlamanın nedeni olarak gösterilir. Hâlbuki gereken denetlemeyi yapmayan ve dengelerin bozulup memleketi suç cennetine dönüştüren kendi iradesizlikleridir.
Ekonomik ve sosyal krizlerden bahsedilir. Buna paralel düşmanlık senaryoları da yaratılır, içte ve dıştaki hainlere vurgu yapılır. Hâlbuki ülkede yaşanan sorunların birebir kaynağı onlardır. Hatırlayalım, alım gücü açlık sınırının altına inmişken yapılan eleştirilere karşılık söylenen sözleri; “kökleri dışta olanlar, dıştan beslenenler” – “anavatan ile aramızı bozmaya çalışanlar” - “BM haddini bilsin, çeksin gitsin”… Aslında hepsi ithal hepsi öğrenilen kabadayılığın dışa vurumu.
***
Yaratılan korku iklimi neticesinde insan hakları, hukuk devleti, demokrasi gibi kavramlar teferruat hâline gelir. Varsa yoksa “devletin bekası”… Aslında bu bile kendi içinde çelişen ve hiçbir anlam ifade etmeyen bir saptamadır. Eğer geleceğini kurma gücü elinden alınmış bir toplum varsa, orada bir devlet yapısından veya herhangi bir yönetimden bahsetmek mümkün değildir. Bırakın devamlılığını veya ölümsüzlüğünü sağlamayı. Olsa olsa sömürgecisinin buyruklarını yerine getiren bir sistem vardır. Bu koşullarda varlık göstermek mümkün değildir. Sadece size biçilen kıyafetleri giyer, size sufle edilenleri tekrar edersiniz. Ne iradeniz ne ekonomik varlığınız kalır.
Eğer bu gibi bir saldırı mevcutsa ve bağımsız yargı da bunun karşısında duruyorsa, ona da sıra gelir. Çünkü yaratılan düzende hukuk; keyfiliğin sınırlandığı bir araç değil, tam aksine keyfiliğin güvence altına alındığı bir yönteme dönüşür. Tahmin edeceğiniz üzere bağımsızlığı da kalamaz. Her erk bir olur. O zaman da birden çok olan toplumun yokluğu yakındır. Bizi teklik değil, çokluk kurtaracaktır.
Efendilerinden aldıkları emirler ile hareket edip Kıbrıs’ın kuzeyini kaosa sürükleyen, UBP – DP – YDP hükümetleri, kurulduklarından bugüne kadar sadece yıkım getirdi. Bunu bilerek ve isteyerek yaptılar, bilinçli olarak tercih ettiler çöküşü. Böylece umutsuzluk ekildi yüreklere, çıkmaza girdi hayaller. Savaş çığırtkanlarının, yoksulluğu görünmez kılmak için silahlanma yarışına girmesi ve iki devletli çözüm diyerek hayal satmaya çalışmaları sürpriz değil. 2023’e kadar bu süreç daha da alevlenecektir. Bize düşen, tüm bunları görüp yılmamak, razı olup susmamaktır. Tabi ki bekleyerek ve onların çizdiği yolda savrularak başarı elde edemeyiz. Gereken stratejiyi kurmalı ve tek dişi kalmış canavara yem olmadan yeniden, dayanışma ile ayağa kalkmalıyız.