1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Neyin ‘Taraf’ı?
Neyin ‘Taraf’ı?

Neyin ‘Taraf’ı?

Neyin ‘Taraf’ı?

A+A-


Hakkı Yücel
[email protected]


Marcel Gauchet “Yurttaşını Arayan Demokrasi” (İletişim Yayınları) kitabında, bir yandan günümüz demokrasisinin çözümlemesini yaparken, bir yandan da seçenek olarak “siyasi mekanizması konusunda daha bilinçli, herkes için daha adil ve yaşanır bir demokrasi”nin peşine düşer, bu bağlamda teorik bir çerçeve çizer; yeni ihtimaller ve imkânlardan söz ederek, kimi tespitlerde, önermelerde bulunur. Önemli tespitlerinden biri de şudur: Toplumları bir arada tutan şey -toplumsal biraradalığı sağlayan- “siyasallık”tır. (Bu arada Gauchet ‘siyasallık’ı, “tarih boyunca kurulmuş tüm toplumları kapsayacak şekilde, toplumsal biraradalığın, toplumsal örgütlenmenin siyasi özü” olarak tanımlarken; ‘siyaset’ için de, “siyasallığın büründüğü görüntü... modernite ile birlikte ortaya çıkan demokratik toplumlara özgü siyasi yapı” ifadesini kullanır). Siyasallık ise toplumun biraradalığını “bölünme” üzerinden gerçekleştirir. Dediği şudur: “Bütün toplumları kuran iki boyut, birlik ve bölünmedir.” Bir başka ifadeyle siyasallık son kertede toplumu ‘bölerek’ bir araya getirmektedir. Bu durumun siyasal-toplumsal gerilim ve çatışmalara zemin teşkil ettiği ise, geçerli siyaset anlayış ve pratiklerinde sıklıkla görünen örneklerden de bellidir. 

İşte demokrasinin önem kazandığı yer de tam burasıdır. Öyledir, çünkü yine Gauchet’e kulak verecek olursak ancak (gelişmiş) demokrasilerdedir ki -demokratik toplumsallık durumundadır ki- “ihtilaf(lar)ın siyasette ortadan kaldırılması yoluyla değil, ancak barışçıl yolla temsil imkânına kavuşmaları” mümkün hale gelebilir. Ve yine ancak (gelişmiş) demokrasilerdedir ki “siyaset(in), ihtilaf(lar)ın toplumun sürekliliğini sağlayacak bir tarzda tesis edilmesi” sağlanabilir. Bunların olabilmesi için ise, ideoloji ve hareket olarak geleneksel siyasetlerin yeniden gözden geçirilmesi bir zorunluluk halini alır; bu bağlamda yeni tahayyül ve tasavvurlara, yeni yaklaşım ve açılımlara ihtiyaç duyulur. Gauchet’in sözkonusu kitabında bir bakıma yapmaya çalıştığı da zaten budur.

Deyim yerindeyse “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir”. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde dünya ölçeğinde yaşanan ve nihayetinde köklü değişimlerin gerçekleşmesiyle açığa çıkan gelişmeler bu zorunluluğun başlangıç noktasını teşkil edecektir. Ortaya çıkan tablo şudur: Bir yanda sosyalist sistemin yıkılmasıyla solda bir boşluk meydana gelmiştir. Bu durum yıkılanın yerine neyin, nasıl konulacağı konusunda sol içinde, ideoloji ve hareket olarak bir hesaplaşmayı zorunlu kılarken, yeni arayışları da beraberinde getirmiştir. Öte yandan görünürde tek seçenek olarak kabul edilen (neo)liberalizmin de gerek ekonomik olarak gerekse siyaseten kolektif çıkarları gözetmekten uzak olduğu, yaşanan krizlerle çok geçmeden ortaya çıkacaktır. Sonuç itibarıyla şunu söylemek mümkündür: Reel sosyalizmde uygulamada öne çıkan otoriter anlayış son kertede bir ‘özgürlük’ sorununa yol açarken;  (neo)liberalizmde bireysel anlamda özgürlüklerin görece artması, uygulamada geniş ölçekli toplumsal-ekonomik çıkarları gözeten kolektif bir iradenin değil, belirli güç ve çıkar çevrelerinin iradesinin hâkim kılınır olmasıyla çıkmaza girmiştir. Bir başka ifadeyle, siyasal düşünce tarihinin solda karşılığını bulan “radikal biçimi” ile liberalizmde karşılığını bulan “liberal biçimi” aynı anda ‘özgürlük’ ve ‘adalet’ sorunu yaratan bir mahiyet kazanarak geçerliliğini yitirmiş, bu ise alternatif siyasal proje olarak demokrasinin önünü açmıştır. Gauchet’nin “siyasi mekanizması konusunda daha bilinçli, herkes için daha âdil ve yaşanılır bir demokrasi” diyerek altını çizdiği ve yeni bir ‘toplumsal siyasallaşma’ ve ‘yeni bir siyaset’i işaret eden önermesi de, işte geçerliliğini yitiren bu siyasal anlayışlar ve onların pratiğine yöneliktir. Bu noktada temel hedef ise kolektif iradenin etkin temsiliyetini ve güçlü yansımasını bulacağı bir “özgürlük rejimidir.” Siyasallaşmanın doğası gereği yaşanacak bölünmelerin ‘çatışan ihtilaflar’ olmaktan çıkacağı, aksine barış içinde temsil edileceği, diyalog-ikna üzerinden sürdürülecek ilişkilere demokratik zemin teşkil edeceği bir süreç olacaktır ‘özgürlük rejimi’ ve bunun inşasında da entelektüel-siyasal aklın çabalarını gerektirecektir.

Özet olarak ifade edilecek olursa, yeni bir ‘siyaset felsefesi’ ve yeni bir ‘zihniyet’ demektir bu. Yeni bir ‘siyaset felsefesi’ çünkü, geçmiş dönemlerin kendi içine kapanan, kendi doğrusunda ısrar eden, bölünmeyi konsolide ederek diyalog ve ikna yöntemi yerine çatışmayı teşvik eden, otoriterleşen bağnaz ideolojik anlayışları aşmanın yolu buradan geçecektir. Burada felsefeyi ideoloji karşısında üstün ve gerekli kılan şudur: Felsefe (ve de siyaset felsefesi) yaşanan süreçlerin ‘ne’liğini anlamak adına, özneye özgür-eleştirel iradesinin tecelli edeceği, ihtimaller ve imkânlar çeşitliliğinden yararlanacağı özgür alanlar açarken -onu özgürleştirirken-; kendi üstüne kapanan ideolojiler özneye ‘kim’ olması, neyi yapması gerektiğini söyleyerek ona kendi doğrularını empoze eder -onun iradesine ambargo koyar-. Keza felsefe, mevcut sorunları ‘ilkeler ve prensipler’ üzerinden değerlendirip yorumlayarak zamana içkin bir mahiyet arz ederken, bu çerçevede ‘taraf’ olunması gereken yeri de işaret etmiş olur. Bağnaz ideolojik anlayış ise sorunu kendisi üzerinden değerlendirip mutlak bir tutum sergilemek suretiyle zamanı aşkın bir değişmezlikte ısrar ederken, ‘taraf’ olmayı da kendisiyle sınırlı mutlak değişmezlik olarak algılar; dışa kapanır ve ötekini düşman gören bir ‘fanatiklik’ hali yaratır. Ve nihayet felsefenin siyasetle buluştuğu ‘siyaset felsefesi’, Gauchet’in de altını çizdiği üzere, aynı anda tarih (tarih felsefesi) ve hukuk (hukuk felsefesi) ile de buluşarak, hem yaşanan sürecin teorik çerçevesini çizer, hem de ‘özgürlük(ler) rejimi’nin niteliksel kapsamını belirler. Bu şekilde siyasal alanı genişletir, bölünmenin ve ihtilafların çatışan değil, diyaloğa ve iknaya dayanan barışçıl temsiliyetlerini sağlayacak demokratik toplumsal siyasallaşmaya zemin teşkil eder.

Ve aynı zamanda yeni bir ‘zihniyet’ çünkü, ancak yeni bir ‘zihniyet’le ‘modern zihniyet’in ‘ikili düşünme’ mantığı ve buradan hareketle ‘biri ya da diğeri’ dikotomisine sıkışmış, ‘tekli seçeneklerde’ ısrarcı anlayışını aşmak mümkün hale gelebilecek; siyasetin değişken dinamiği ve bunun ortaya çıkardığı ihtimaller ve imkânlar çeşitliliği işlevsel kılınarak özlenen, “daha âdil ve daha yaşanılır demokrasi” talebi olan ‘özgürlükler rejimi’ne harç koyacak çoklu (çok seçenekli) adımlar atılabilecektir. 

Türkiye’de, 17 Aralık’ta AKP iktidarına yönelik olarak ‘yolsuzluk ve rüşvet’ soruşturmasıyla başlayan ve ‘AKP-Cemaat’ karşıtlığı temelinde gelişen süreç, bir yanıyla giderek keskinleşen ve çatışmayı teşvik eden bölünme/kutuplaşma halinin toplumsal siyasallaşma ve siyasete olumsuz yansımaları; diğer yanıyla ise tekli seçeneği dayatan, ‘ya biri ya da diğeri’ tarafgirliğiyle malûl zihniyetlerin fanatikliğini sergilemesi bakımından ilginç bir örnek teşkil etmektedir.  Görünen şudur: Demokratik rejimin bekçisi olduğunu iddia eden ve kendine yönelik her türlü eleştiriyi ‘darbecilik/darbe taraftarlığı’ olarak tanımlayan, her taşın altında komplo arayan, bu şekilde yolsuzluk ve rüşvet skandalını gizlemeye çalışan Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarı giderek daha da otoriter bir mahiyet kazanırken; yargı ve emniyette etkin kadroları büyük oranda eline geçirerek siyaseti kendi üzerinden dizayn etmeye çalışan Cemaat’in demokratik rejime yönelik ne türlü hesaplar içinde olduğu da açığa çıkmaktadır.

Burada kritik nokta, bir ucunda iktidarın, diğer ucunda ise Cemaat’in bulunduğu bu ikili ayrışma karşısında, demokrasiden, özgürlüklerden, adaletten yana olan kesimlerin nasıl bir tutum alacakları, neyin taraf’ında konumlanacakları olsa gerektir. Tam da burada herhalde hatırlanması gereken önemli husus ise, tarihsel tecrübelerin, ister sağdan isterse soldan gelsin “ya biri ya da diğeri” önermeleriyle dayattıkları ‘tekli seçeneklerin’, son kertede otoriter-faşizan bir mahiyet kazandıkları ve özgürlük sorunu yarattıklarıdır.

Gauchet “günümüz demokrasisinin, iktidarı olmayan bir özgürlük rejimi” olduğunu söyler ve “daha bilinçli, herkes için daha âdil ve daha yaşanılır bir demokrasi”nin tesisi için de “özgürlüğün herkesin iktidarına dönüşmesi” gerektiğine vurgu yapar. Siyaset ve zihniyet olarak ‘taraf’ı olunacak yer de bu “özgürlükler rejiminin” inşa mücadelesi olsa gerektir.

Bu haber toplam 1671 defa okunmuştur
Gaile 251. Sayısı

Gaile 251. Sayısı