“Nisan Krizi...”
Hepimiz gibi ben de ruhum bulanarak okumuştum o haberi. Aslında pek de okudum sayılmazdı. Başlığına bakmış, altını okumayı yüreğim kaldırmamıştı. Türkiye gazetelerinin bildik üçüncü sayfa haberlerindendi. Artık ülkemizde de sıkça karşılaşır olduğumuz, ama alışamadığımız türden... On dört yaşındaki kız çocuğu tecavüze uğramıştı. Haberde yaşlı başlı adamlar vardı, elleri kelepçeli...
Dedim ya; yüreğim ve beynim işbirliği yapmış ve es geçmişti haberi ama haber beni es geçmemişti işte.
Telefonun ucunda saygı duyduğum bir gazeteci “Bu bebek aldırılmalı” diyordu.
“Hangi bebek?”
“14 yaşında tecavüze uğrayan kızın bebeği...”
“Neden?”
“Bu bebek bir tecavüz bebeği. Kimse onu istemez. Anne de zihinsel özürlü. Babanın kim olduğu belli değil. Hem babanın yaşı da büyük. Bebeğin de zihinsel özürlü olma ihtimali var. Tabipler Birliği devreye girmeli, bu bebek aldırılmalı. Bu bebeğin doğması sosyal bir travmadır” diyor telefondaki gazeteci...
Beynim uyuşuyor, yüreğim kararıyor. Artık es geçilemeyecek kocaman bir gerçeklik var önümüzde. Acı mı acı... “Bana biraz izin verin. Konuyu araştırıp size döneceğim” diyorum.
BU KÜRTAJ ÖNLENMELİ…
Ve araştırıyorum...
Bebek yirmi haftalık… Yani beş aylık... Artık bütün organları oluşmuş, canlı bir insan. Yapılan tıbbi tetkiklerde bebek tamamen sağlıklı görünüyor...
Anne aslında çok hafif özürlü. Hatta “zihinsel özürlü” denilen o durumun, eğitimsizlikten mi kaynaklandığı bile sorgulanabilir.
Öyle ya, “zihinsel özürlü” diye bize sunulan bu çocuk, ilkokul mezunu. Ama çocuk okuma yazma bilmiyor!. On dört yaşına kadar zorunlu eğitim var. Ama çocuk okulda değil! Bu nasıl bir eğitim sistemi? Denetim nerede?..
Tabipler Birliği Yasası’na göre, annenin hayatını tehdit edecek bir engel yoksa, kürtaj on haftaya kadar yasal. Yani yasal süreç çoktan aşılmış durumda...
Gazeteci arkadaşa dönüyorum. “Bu şartlarda ben bu bebeğin kürtajına onay veremem” diyorum. “Devlet anneye de, bebeğe de sahip çıkmalı...”
Gazetenin yayınları sürüyor. Sanki birileri tetiğe basmış. Dramın en büyük mağduru olan bebek ille de aldırılacak. Arkasından birçok insan arıyor: “Bebek aldırılmalı, sosyal travma önlenmeli...”
Ağzımda kekremsi bir tat, boğazımda kocaman bir düğüm, yüreğimde dinmeyen bir sızıyla dolaşıyorum günlerce...
Köyün muhtarı konuşuyor: “Bu kız zaten gece on birde sokakta dolaşıyordu.” Devletin en küçük biriminin temsilcisi “muhtar”, kendi bölgesindeki bir çocuğa karşı sorumluluğunun farkında bile değil.
“Çocuk anne” adayının ailesi de haber gönderiyor: “Biz kızımıza bakarız, ama bebeği istemiyoruz, bebek aldırılsın.”
GERÇEK SUÇLU…
Çıldırmaya az kaldı. Devletin öğretmeni çocuğu eğitememiş, devletin muhtarı köyünün çocuklarına sahip çıkamamış, çocuğun ailesi çocuklarını koruyamamış, şimdi herkes elbirliğiyle doğacak bebeğin öldürülmesini talep ediyor. Sözün özü “suçlu devlet”, suçunu örtbas etmek istiyor. Elbirliğiyle, kendine yandaşlar arıyor. Doktorunu suçuna ortak etmek istiyor...
Oysa ki tüm bunlar nereye kadar? Nereye kadar ötelenecek bu sosyal sorunlar, bu insanlık dramları? Ve daha nereye kadar bizler bu ülkede körleri oynayacağız?
Bu aralar mevsimler değişmiş memleketimde. Ömrümün on yılının geçtiği Ankara’dayım sanki. Bir “kırkikindiler durumu” var bu Nisan ayında… Her gün öğleden sonra gökyüzünden sular boca ediliyor yeryüzüne... Ve aklımda Can Yücel’in “Nisan Krizi” şiiri:
güneş gözlükleri gökyüzünün kırılmış
kırkikindilere düşüyor bütün iş
gayrı siz ağartacaksınız çocuklar
ışığın yüzünü
toprağı öpe öpe öpe öpe
damlalar siz
açacaksınız körün gözünü…
VE ÇÖZÜM…
Sosyal Yardım Dairesi’nin Müdürü Umure Hanım çırpınıyor bir yandan... Ama imkânları öylesine kısıtlı ki… “Anne çocuk” devletin yuvasına alınamıyor. Çünkü hamile. SOS’e de aynı nedenden dolayı alınamıyor. Ve devlet sahip çıkamadığı, yaşamını kararttığı bu çocuğa kalacak bir yer bulamıyor. “Mekân yok, bakıcı yok.” Bunun için toplanıyoruz, telefonlarda saatlerce konuşuyoruz. Peki ama Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın esas görevi ne? Sadece ihtiyaçlı olduğunu bildiren kişilere maaş bağlamak mı?
Ama istenirse, imkânsızlıklar da zorlanarak, oluyor işte... Umure Hanım, çok büyük bir çaba harcıyor. Olaya yürek koyuyor… Ve sonunda telefonumda bir mesaj. Heyecan dolu, insanlık kokan... “Başardık” deniyor mesajda. “Çocuk anneye koruyucu aile bulduk. Doğuma kadar orada kalacak. Devlet çocuğa psikolojik ve tıbbi destek sağlayacak. Doğumdan sonra doğan çocuk devlet korumasına alınacak. ‘Anne çocuk’, eğitim için ya yuvaya ya da ‘SOS’e gönderilecek...”
Heyecanlanıyorum… Hemen telefona sarılıyorum. Umure Hanım telefonda, heyecanla çözümün ayrıntılarını anlatıyor. Koruyucu aile hizmetleri artırılacak. Kapalı kalan tıpkı bu köy gibi başka köyler eğitime alınacak. Sosyal Yardım Dairesi’nin daha aktif çalışması gerektiğini ve bütçesinin de, personelinin de mutlaka artırılması zorunluluğunu konuşuyoruz.
Bir avuç iyi insan bu ülkede insanca bir yaşam için uğraşıyor. El ele verirsek olacak...
Tecavüzcüler mi?.. Artık bu yetersiz yasalar yenilenmeli. Ciddi cezalar gelmeli. Bu tür insanlar aramızda elini kolunu sallayarak dolanamamalı.
Devlet mi? Muhtarına, öğretmenine ve gerekirse veli olabilme niteliklerinden yoksun ailelere gerekli cezaları vermeli, onları sürekli uyarmalı... Devlet, devlet olacaksa eğer, aynı zamanda kendi geleceği de olan çocuklarına sahip çıkmalı...