Normalleşme
Kıbrıs’ta çözümü öngörecek şekilde müzakere sürecini rayına koymaya çalışan BM başarılı olacak mıdır?
BM’nin Kıbrıs müzakerelerine dönük stratejisi nedir ve Genel Sekreter bu aşamada ne yapacaktır?
BM bu defa başarılı olacak mıdır ya da Cuellar’ın işi çok mu zor?
Aslında, anlamlı görünse de, sorulması gereken esas soru yukarıdakilerden hiçbirisi değil.
Öncelikle sorulması gereken soru, yukarıdakilerden farklı olmalıdır!
BM’den Kıbrıs sorununun çözümü için mucize bekleyenlerin, eğer işin içinde kötü niyet yoksa, en azından Kıbrıs sorununun ne olduğunu bilmedikleri anlaşılıyor.
En kötüsü ise, BM’nin rolünün sınırlarını bilenlerin, bu ‘mucize’nin gerçekleşmemesine yatırım yapmalarıdır.
BM’nin Kıbrıs barış sürecinde önemli bir rolü olmakla birlikte, tarafların tümünün ya da bir kısmının müzakerelerin önünü açacak bir tutum takınmaktan kaçındıkları bir ortamda esas sorgulanması gereken BM’nin yada Cuellar’ın başarı şansı değildir.
BM, Kıbrıs müzakere sürecinde sorumluluğu son sırada olan bir aktördür.
Kıbrıslılar, bu adada nihai olarak normalleşmeyi öngören bir çözüme ulaşmak için ne zaman adım atacaktır?
Günümüz koşullarında sorulması gereken esas soru budur ya da esas beklenti bu noktaya odaklanmalıdır.
Taraflar;
Zaman kazanmak ya da muhtemel bir uzlaşmayı yokuşa sürmek için değil
Kendini uzlaşır gibi, diğer tarafı uzlaşmaz göstermek için değil!
Sadece kendinin inandığı, diğer tarafın meşru beklentilerini yok sayan bir
yaklaşımda ısrar ederek değil!
Diğer tarafın hayır demesini bekleyerek ve böyle bir sonucu öngörecek bir tutum alarak değil!
Samimi bir diyalog içinde hareket ederek bireylerin yaşamının normalleştirilmesi yönünde hareket etmelidir.
Dün olduğu gibi bugün de, müzakere sürecinin, kalıcı bir çözümü öngörecek şekilde başlatılmasının ve eğer yeni bir müzakere süreci başlatılabilirse, bunun başarıya ulaşmasının önünde, Kıbrıs siyasi arenasından kaynaklanan bazı önemli engellerin var olduğu bir gerçektir.
Bu engellerin günümüzde en çok dikkat çekeni, Kıbrıs siyasi aktörlerinin edilgen tutumudur.
Bu edilgen tutum nedeniyle, geçmişte ortaya çıkan kimi olumlu koşullar üçüncü tarafların çıkarlarına kurban edilmiştir.
Bu edilgen tutum nedeniyle, kendi gölgesinden korkarcasına adım atılmaktan kaçınılmış, çözüm süreci sadece tek bir gün içinde ortaya konulacak bir çabaya havale edilmiştir.
Atılacak adımların uzun vadeli olumlu sonuçlarını kavramaktan aciz görünen siyasal bir bir elitin kendi kuyusunu kazdığı bir durumla karşı karşıyayız!
Bu edilgen tutum nedeniyle, Kıbrıslıların dışında herkes Kıbrıs sorununda söz sahibi olmuştur!
Özellikle Annan planı oylamasından sonuç alınamamasının ardından sahneye konulan ‘gündem saptırma’ girişimleri de başarılı olmasa bile suyu bulandırmak adına bazı olumsuzluklara yol açmaktadır. Kıbrıs siyasetinin edilgen tutumunu fırsat görenler, bu tutumu sahte bir ‘etkinlik oyunu’yla değiştirmeye ve bu yolla hedef şaşırtmaya çalışmaktadırlar.
Çözüm için iki toplumun işbirliği yapmasını dert etmeyen bazı aktörlerin marifetiyle gündeme alınmaya çalışılan ‘İngiliz Üsleri’ meselesi bu açıdan ilginç bir örnek oluşturuyor.
Bunlara kalırsa, Kıbrıs’ın en önemli meselesi ‘İngiliz Üsleri’dir!
Yeni bir müzakere sürecinin başlatılmasıyla ilgili bir dönemde bunun gündeme getirilmesi çok anlamlı olmalıdır!
Anlamlı olmasının oldukça önemli bir nedeni de vardır aslında.
Toplumlararası müzakerelerin başladığı bir ortamda, müzakere edilmeye en çok aday olan konuların başında ‘garantörlük meselesi’ vardır.
İşte ‘İngiliz Üsleri’ meselesi burada anlam kazanıyor.
Bazılarının ‘adada İngiliz Üsleri olacaksa, bizim niye olmasın’ dedikleri duyar gibiyim!
Yani bu konunun perde arkasındaki motivasyonu sanıldığı gibi ‘anti-emperyalizm’ veya ‘askersizleştirme’ değildir.
Bu konunun meraklılarının, konuya iki değil, dört gözle bakmasında fayda vardır.
Çözüm zeminine sadakatsizlik ise daha fazla tahribata ve maliyete sebep olmaktadır.
Örneğin böyle bir tutum, Kıbrıs’ın kuzeyinde sebep olduğu kontrolsüz mülk satışları nedeniyle, Kıbrıslı Türk toplumunu, toprak üzerindeki kontrolünü kaybetmeye hızla yaklaştırmaktadır. Bunun sorumlularının, kuzeye yerleşecek Kıbrıslı Rumlar’ın sayısını kısıtlamayı hararetle savunan bir anlayışın olması ibret vericidir.
Kıbrıs’ın kuzeyine ‘Rum yerleşmesin’ diye üzerinde uzlaşılmış çözüm parametrelerini yırtıp atanlar, bu toprakları artık Kıbrıslı Türkler’e dar etmektedirler!
Yani Kıbrıslı Rumlardan sonra sıra Kıbrıslı Türklere gelmiştir.
Tüm bu olumsuzluklar içinde BM’nin şimdi yapmakta olduğu şey, tarafları verdikleri sözlere sahip çıkmaya, geçmiş uzlaşmalarına ya tam olarak sadakat göstermeye ya da var olan ‘uzlaşma zeminini’ kimi yönleriyle revize ederek buna sahip çıkmaya davet etmekten başka bir şey değildir.
Taraflar bunu başarabilecek midir?
Taraflardan biri, hala daha geçmişteki temel uzlaşmaları içine sindirmekte zorlanarak üst düzeyde bir müdahaleye zemin hazırlıyor!
Kısacası, ‘yeni parametreler’den dem vuran Kıbrıslı Türk tarafı ve Türkiye’nin tutumu Sayın Erdoğan’ın işaretine endekslenmiştir. Bu işaretin, müzakerelerin başlaması yönünde olacağına dair önemli emareler ortaya çıkmış ve olgunlaşmıştır.
Ama bu, çok da sevineceğimiz bir durum olamaz!
Tek kişinin olumlu işaretine endekslenmiş bir süreç, ayni tek kişinin fikir değiştirmesiyle altüst olmaya adaydır.
O nedenle, Kıbrıs’ın siyasi güçlerinin kendi uzlaşı adımlarıyla inisiyatif üstlenmeleri tek çıkış yoludur.
Başka bir çıkış yolu yoktur!
Kıbrıs’ta normalleşmeyi öngören her adım, çözümü arzulayanlar için doğru ve gerçekçidir.
Bu tür adımların, kimin tarafından atılırsa atılsın, Kıbrıslıların süreç içindeki etkinliğini artıracağı ve çözüm zeminini güçlendireceği için, desteklenmesi gerekmektedir.
Belki o zaman, çözüm parametrelerine geri dönmeye çalışanlar da bundan yararlanacak ve onlar da normalleşmeye katkıda bulunabilecektir.