1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. “Normalleştiriyoruz”
“Normalleştiriyoruz”

“Normalleştiriyoruz”

İki aşamalı erkekleşme ritüelinin sanata yansıma hali: Kıbrıs’ın kuzeyindeki gece kulübü ve askeri bölgelerin haritalanması…

A+A-

Ertuğrul SENOVA

Mağusa’daki bir sergide karşılaştık onunla. İlk görüşte beni içine çekti, kapıldım… Düşündürdüğü ilk ifade “istismar” oldu. Yaklaştıkça, Kıbrıs’ın kuzeyindeki “normalleşen” gariplikleri izledim. İçine girdikçe, toplumun her bir parçasının uğradığı istismarı hissettim; zorunlu seks, zorunlu askerlik, zorunlu bölünmüşlük, zorunlu düşmanlık, zorunlu yoksulluk… Ne kadar çok şeye zorunluymuşuz! Daha iyi nasıl anlatılabilirdi diye düşündüm, ismi aslında yeterliydi: KKTC’deki gece kulüpleri ve askeri bölgeler haritası.

Tüm bu duygularla, eserin “tanrısı” Zehra Şonya ile buluştum. Şonya, sert mesajlar barındıran eserleriyle bilinen bir heykeltraş. Ondan, bu işin hikayesini dinlemek istedim. Yaratıcının, hangi duygularla böylesi sert bir işe giriştiğini merak ettim…

Bu arada, eserin görüntüsünü tasvir etmem gerekirse: Bir duvara adanın kuzey yarısının haritası işlenmiş, askeri bölgeler ve gece kulüpleri işaretlenmiş. İnsan ticareti, kumarhaneler, gece kulüplerindeki tarifeler, askeri bölgeler, personel sayısı… Detaylar not edilmiş…

Sohbete geçelim…

7777-002.jpg

E. Senova: Eserin çıkış hikayesini anlatabilir misin? Fikir nasıl doğdu?

Z. Şonya: Kıbrıs’ın kuzeyindeki gece kulüpleriyle ilgili ilk araştırmayı yapan insanlardan biri olan Mine Yücel, araştırma sürecinde ‘gel beraber araştıralım’ dedi. Özellikle gece kulüplerindeki kadınları dışarıya çıkartmak için yardımımı istedi. Çünkü o camiayı kullanan tanıdık arkadaşlarım vardı. Gece kulüplerinin yerlerini fiziksel olarak tek tek belirledik. Bir miktar Türkçe bilen kadınları dışarıya çıkartmanın yollarını aradık. Kıbrıs’ta sadece erkeklerle tanıştıkları için, kadınlarla dışarıya çıkma fikri başlarda onları biraz korkutmuştu. Normal bir yaşantıları yok. Bir odadan, başka bir odaya gidiyorlar. Bir mekandan diğer mekana gidiş güzergahlarında da, arabanın camından Kıbrıs’ı görüyorlar… Alışverişe bile gittiklerinde yanlarında bir bekçi var. Köle hayatı yaşıyorlar… Kıbrıs ile ilgili sadece erkekleri ve otel odalarını biliyorlar. Farklı bir amaçla bazılarını dışarıya çıkarmayı başardık, yedik – içtik ve onlarla konuşmayı başardık. O sürece katıldığım için çok etkilendim. Bu yola sanat yapmak amacıyla girmedim, sürece eşlik ettim ama verilerle birlikte, 2008 yılında Diyarbakır’da “Görüş Mesafesi 0” isimli bir sergi açılacağını duyunca, doğal olarak bu eser ortaya çıktı. İlk olarak 2008 yılında tamamladım ve “Görüş Mesafesi 0”da sergiledim.

 

E. Senova: Peki bu sürecin, askeri bölgelerle bağlantısı ne? Örneğin bana anlattığın “Kadınların, Kıbrıs’ı, camdan izledikleri kadar biliyorlar” anı, bir askeri kamyonetin arkasında oturup, bir başka askeri alana gitmeye çalışan askerlerin, sivil hayatı izledikleri anları anımsattı… Böyle bir şeyden mi söz ediyorsun?

 

Z. Şonya: Biz o kadınların hayatlarını araştırırken, ne kadar kısıtlandıklarını incelerken, aynı anlarda Kıbrıs’ta yaşamın da insanlara böyle hissettirdiğini düşünüyordum. Açıkçası Kıbrıs’ta yaşarken, ben de tam olarak böyle hissediyordum. Nereye gitsem bir askeri kamp, yasaklar… Evet, bu kadar fazla askeri kampın olmasının nedeni, ateşkes ve çözülmemiş bir sorun. Olağanüstü bir hal… Ama dünyanın hiçbir yerinde bu kadar çok askeri kamp yok. Bu durumu, askerin kendi iç işleyişinden bağımsız şekilde söylüyorum. Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan insanların, tam da bu nedenle gece kulüplerindeki kadınlardan pek de farklı bir hayatı olmadığını düşünüyorum. Gece kulüpleri de, askeri kamplar da örneğin okulların dibinde olabiliyor. Konumlandırılma şekillerinde bir gariplik var. Yaşamın içindeler. Her gün önlerinden geçiyoruz, normalleştiriyoruz. Bazen uzaktaymış gibi geliyor, bize dokunmadığını düşünüyoruz ama durum öyle değil. Hayatımızı, düşüncelerimizi biçimlendiriyorlar.

66666.jpg

E. Senova: Eseri ilk gördüğümde, zihnime gelen ilk ifade “istismar” oldu. Gece kulüplerinde, kadınların yaşadığı istismar, ergen Kırbıslı Türk erkeklerin 13-14 yaşında ‘erkek’ olmak için yaşadığı istismar, istememesine ragmen askere gitmek zorunda kalanların yaşadığı istismar… Böyle bir fikirle ilgili ne düşünürsün?

 

Z. Şonya: Feminizmin önemli bir söylemi var; feminism erkeklerin de kurtuluşu ve özgürleşmesiyle ilgilidir. Geleneksel yapımız sadece kadının değil, erkeğin de özgürleşmesine engel oluyor, kısıtlıyor. Yapmak istemediği şeyleri yapmaya zorluyor, kötü tecrübeler kazanmasına neden oluyor. Nasıl ki bir kadının “ev kadını” olması ona dünya kadar dezavantaj sağlıyorsa, mevcut sistemin de erkeklere yüklediği sorumluluklar da aynı şeylere neden oluyor. Feminizim, erkekleri de özgürleştirir…

 

E. Senova: Ordu ve gece kulüpleri… Bu iki şey senin için ne ifade ediyor?

 

Z. Şonya: Gece kulüplerinden başlayacak olursak, şunu ayırmamız gerekiyor: Bir seks işçisi, bir de bizdeki gibi seks kölesi var. Bir kadın, bunu meslek olarak seçmek isteyebilir, özgürdür. Ama bizdeki durum öyle değil. Buraya getirtiliyorlar, kötü şartlar yaratılıyor, bir günde ardı ardına çok fazla seks yapmaya zorlanıyorlar. Bugün çalışmak istemediğini söyleyemiyor mesela. Ya da karşısındaki insanla bir şeyler yapmamak gibi bir hakkı yok. Bu bir kölelik ve devlet eliyle yapılıyor. Bundan vergi kazanıyorlar. Bunun devam etmesi bana büyük bir işkence gibi geliyor. Büyük bir demokrasi ayıbı… Ama toplumun da yaşam biçimi aslında biraz böyle. Dünyadan kopuk, demokrasiden uzak ve hukuk dışı… Ordu ise yasakları ifade ediyor. Fotoğraf çekmeyi, denize girmeyi yasaklıyor. Bir labirentin içinde hissettiriyor. Her yer birbiriyle aynı… Mağusa’da bunu çok fazla hissediyorsun. Kent ile deniz arası çok kısa ama gitmek yasak. Deniz için İskele’ye sürmen gerek. Böyle bir yapıda doğmak, büyümek, gerçekten çok garip. Kıbrıs’ta doğan ve yurtdışına çıkmayanlar bunu çok fazla anlamıyor. Ben de farkında değildim Ama yurtdışına çıkıp geldikten sonra nasıl bir ortamda büyüdüğümü fark ettim…

11111-007.jpg

Kişisel yorum

Her şeyden önce eserin yaratıcısına söz vermek istedim ama kişisel tecrübe ve fikrimi de yansıtmak istedim…

Her sanat eseri, her izleyicide farklı hisler uyandırır, travmalar canlandırır.

Bendeki hissiyat, “erkekleşme” normları ve zorunlulukları oldu. Şu an işler nasıl yürüyor bilmiyorum ama benim ergenlik dönemimde iki aşamalı “erkekleşme” ritüeli vardı: Gece kulübünde cinsellik ve askerlik.

Bir kadına ait meme ucunu en son beslenmek için gören çocuk, ikinci deneyimini, köleleştirilmiş bir kadında yaşıyor. Bununla gurur duyması gerektiği öğretiliyor… Her ikisi de bunu yaşamaya zorlanıyor. 13-14 yaşlarındaki çocuk, 30’lu yaşlarında bir kadınla ilişkiye girdiği için; 30’lu yaşlarındaki kadın ise, seçme hakkının elinden alınması, yapmaması halinde belki de şiddet göreceği ya da zindana dönen hayatının daha da kısıtlanacağını düşündüğü için istismara razı geliyor…

Daha sonra ritüelin ikinci aşaması geliyor: Zorunlu askerlik…

Vicdani ret, anti-militarizim… Bu konulara hiç girmiyorum. Apolitik bir bireyin de “istemiyorum” deme hakkı olmalı. Aksi, istismara giriyor…

Birinci aşamaya “destek” olan yakınlar, bu kez ikinci aşama için de el uzatıyor.

Gitmek istemiyor ama aksi halde suç işlemiş sayılıyor. Birinci istismar burada yaşanıyor. Sonra ikinci istismar vakası: itaat etmek.

Bu listeyi uzatmak mümkün ama “yasalar” kısıtlıyor. Devamını yazmak, uzun süreli yargılamalarla karşılaşmanın önünü açıyor. Örnekler var…

Bu eserin hissettirdikleri bunlarla sınırlı değil ama “zorunluluklarla” dolu ada yarısı, nereye baksak travma, hüzün, umutsuzluk ve puslu bir gelecek dışında pek bir şey hissettirmiyor…

Bu haber toplam 2106 defa okunmuştur