Nükleer öldürür!
Nükleer öldürür!
Başak Önel
ÇOK İLERİ GİTTİNİZ!
Mersin-Akkuyu’ya kurulması planlanan nükleer santralin çalışmaları büyük bir hızla devam ediyor. Çalışmalar; yalanlarla süslü yazılar, beyanatlar ve reklam filmleri ile destekleniyor. İnsanları uyutmaya çalışıp, onların uykusundan kar elde etmeye çalışan bir zihniyet; doğayı hiçe sayan, talancı uygulamalar... Tüm bu cümleler yan yana gelince fail kendini açık ediyor: AKP.
Yıllardır Türkiye halklarının haklarını budayan; evde, sokakta, okulda, kadınların ölümüne sebep olan; gençleri yasaklarla durduran; çocukların beynine korku tohumlarını salan AKP, bu kez tüm Akdeniz’i tehdit edecek bir nükleer santral kurma peşinde. Esas Türkiye olmakla birlikte Akdeniz’in farklı bölgelerinden nükleer karşıtı sesler çok uzun zaman önce yükselmeye başladı. Nükleer kazalar sonucu ortaya çıkan katastrofik etkiler yüzlerce kilometre ötelere kadar ulaşabiliyor. Hal böyleyken, Akkuyu’dan sadece 90km uzakta olan bizler, çok kararlı bir şekilde buna karşı çıkmalıyız. Yaşama hakkımıza göz koyanları durdurmak sevdiklerimize, anılarımıza, tarihimize ve geleceğimize, yıllardır barış ve bağımsızlık için mücadele ettiğimiz ülkemize; taşı toprağı, bitkisi ve hayvanıyla bize ev olan Akdeniz’e karşı en büyük yükümlülüğümüz...
Akkuyu santralinin reklamında Tayyip Erdoğan’ın sesinden, şu kelimelerin bir araya geldiğini duyuyoruz: “Birlikte hep daha ileriye gitmeyi hedefledik...”. Evet, bu kez çok ileri gittiniz!
YALANLAR VE GERÇEKLER
Atmosferde gün geçtikçe artan karbondioksit, küresel ısınmaya ve dolayısıyla iklim değişikliklerine sebep olan başat sera gazı... Sera gazlarının artışı, öncelikli olarak fosil yakıtların kullanılması ve diğer yandan ormanların tahrip edilmesine bağlı. Kömür, petrol, doğalgaz gibi fosil yakıtlar bugün dünya genelinde enerji eldesi için fabrikalarda, taşıtlarda ve santrallerde kullanılıyor. Bu da havaya doğal süreçlerle normale döndürülemeyecek miktarlarda karbondioksit salıyor. Buna paralel, ormanların yok edilmesi de fotosentezle karbondioksiti emecek bitkileri yok ederek karbondioksit konsantrasyonunun atmosferde daha da yoğunlaşmasına yol açıyor. Karbondioksit havada bir gaz tabakası oluşturarak güneş ışınlarının yer küreden büyük bir ölçüde ayrılmasını engelliyor ve yer küre her geçen dakika ısınıyor. Dünyada sadece yaklaşık 0.8oC’lik bir genel ısı artışı sözkonusu. İnsan kulağına az duyulsa da bu değer 1oC’ın üzerine çıktığında dünya canlıları, açlıkla, hastalıklarla, aşırı kuraklık ve su baskınlarıyla yüzleşmeye başlayacak; ki aşırı iklim olayları bugün bile hissedilir durumda.
Küresel ısınmanın esas sorumlusu kapitalizm; bugün, yarattığı bir felaketi başka bir felaketle kapatmaya çalışıyor. Nükleer santrallerde fosil yakıtlar kullanılmıyor ve dolayısıyla atmosfere sera gazı salınmıyor. Bu sebeple nükleer, “temiz enerji” paketiyle insanlara sunularak, küresel ısınmaya karşı bir önlem, fosil yakıtlara karşı bir alternatif gibi gösterilmeye çalışılıyor. Oysa nükleer öldürür; santrallerde kazalar olsa da olmasa da...
Nükleer santralleri bu kadar ölümcül kılan şey, enerji eldesinde kullanılan yakıt; yani radyoaktif uranyum. Santral reaktörlerinde enerji, basit bir anlatımla, uranyum atomlarının parçalanması sonucu ortaya çıkan aşırı ısının elektrik enerjisine dönüştürülmesi sonucu elde ediliyor. Çok fazla ısınan reaktörler her zaman patlama tehlikesi altında; dolayısıyla sürekli soğutulması gerekiyor. Genellikle deniz kıyılarına kurulan nükleer santrallerde soğutma işlemi denizden çekilen suyla gerçekleştiriliyor. İşlem sırasında buharlaşan deniz suyu, geride yoğun miktarda tuz bırakıyor. Arda kalan tuz, geri denize salınıyor. Suyu alınıp, sadece tuzu iade edilen denizin tuzluluk oranı artıyor. Bu da deniz canlılarının yaşam alanlarının bozulmasına, göç yollarında telef olmalarına ve daha birçok olumsuz etkiye sebep oluyor. Ayrıca deniz suyunu çeken su kanallarına -santral sahibi ülkelerin itirafları sayesinde- yüzlerce yetişkin balık ve binlerce larvanın takıldığını biliyoruz; ki bu da, santral kurulduktan birkaç on yıl sonra Akdeniz su canlılarının soylarının tükeneceği anlamına geliyor.
Santral bacalarından çıkan buhar içerisinde bulunan maddeler civarda asit yağmurlarına sebep olma riskini taşıyor. Asit yağmurları, temas eden -insanlar dahil- tüm hava, kara ve su canlılarını olumsuz etkiliyor; toprağın yapısını bozuyor; tarımsal üretimi ve doğal hayvancılığı engelliyor; evleri, binaları dahi deforme ediyor!
Santraller radyasyon yayıyor... Özellikle yakıt değişimi sırasında bu radyasyon oranı yüzlerce kat yukarı çıkıyor; kanser vakalarının artacağını tahmin etmek için kahin olmak gerekmiyor.
Nükleer santrallerin çözülememiş en büyük sorunlarından biriyse atık sorunu. Tam anlamıyla “atsan atılmaz satsan satılmaz” olarak nitelendirilebilecek nükleer atıklar, depolarda saklanıyorlar. Ancak ara ara sızıntıların olması hiçbir zaman engellenemedi. Halkın tepkisinden korkan hükümetler bu sızıntıları çoğu zaman insanlarla paylaşmadı ve insanlar aynı topraktan yemeye, aynı sudan içmeye devam etti. Radyasyon bir kez sızdı mı etkilerini yok etmek neredeyse imkansız. Zira, yakıt olarak kullanılan uranyumun yarılanma ömrü -yani etkisinin sadece yarı yarıya azalması için gerekli süre- 700 milyon yıl! Parçalanma sonucu ortaya çıkan radyoaktif plütonyumun 24 bin yıl ve yine parçalanma sonucu ortaya çıkan radyoaktif sezyumun yarılanma ömrü ise 30 yıl. Bunlar sadece birkaç örnek; uranyum parçalanması sonucu daha birçok radyoaktif element ortaya çıkıyor ki hepsinin yaşam alanlarımıza sızma olasılığı yüksek.
Yukarıda sayılanların tümü herhangi bir kazanın olmadığı iyi hal durumları! Ancak göz önünde bulundurmak gerekir ki; Türkiye’ye getirilmesi planlanan teknoloji daha önce dünyanın hiçbir yerinde kullanılmadı, daha önce hiç etüt edilmedi ve bu teknolojiyi getirecek olan, Çernobil büyük patlamasının sorumlusu Rosatom! Santralin kurulmasını planladıkları yer ise deprem bölgesi. Bir nükleer santralin ömrünün ortalama kırk yıl olduğu söyleniyor; doğada kalacak atıkların veya bir patlama sonucu oluşacak felaketin etkilerini sıfırlamak ise yüzbinlerce yıl... Herşeye rağmen AKP hükümeti, santrali kurdurtmakta ısrar ediyor. Sahte imzalar atılmış ÇED raporları, istihdam vaatleri, yerli enerji naraları, “dışa bağımlılıktan kurtulacağız” yalanları... Oysa yapılan anlaşmaya göre Rosatom’un santraldeki hissesi %51’in altına düşmeyecekmiş. Bu da santralin nasıl yapılacağı, nasıl işletileceği, nasıl elemanların çalıştırılacağı konusundaki karar verme yetkisini büyük ölçüde Rosatom’a veriyor. Bu külliyatlı yalanlar komik olmanın ötesine geçemiyor. Türkiye’de nükleer yakıt üretilmiyor, buna dair bir madencilik yok. Yakıt dışarıdan alınacak, daha yüksek bir maliyetle enerji üretilecek ve bunun ekonomik yükü de fatura olarak Türkiye halklarının sırtına eklenecek.
Akkuyu santralinin Türkiye’nin enerji ihtiyacının sadece %5’ini karşılayacağı söyleniyor. Sermaye kendine yeni kâr alanları açmak için hem bugünleri hem yarınları riske atıyor! Oysa bu oran ve çok daha fazlası güneş, dalga, rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilebilir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının en büyük sıkıntısı üretilen enerjinin verimli bir şekilde depolanamamasıydı. Bu açığı bilen nükleer yanlıları, “rüzgar bazen var bazen yok”
“güneş bazen var bazen yok” gibi bilim dışı söylemlerle insanları yenilenebilir enerji fikrinden uzaklaştırmaya çalıştılar. Geçtiğimiz hafta Tesla Motors’da çalışan bilim insanları yenilenebilir enerjiyi verimli bir şekilde depolayacak ve iş yerlerinde, evlerde kullanılabilecek bir pil bulduklarını açıkladılar. Çok iyi bir gelişme olsa da tabi ki çok fazla yankı uyandırmadı. Çünkü, sermayenin kontrolünde gelişen bir teknoloji asla herkes için kullanılabilir olamayacaktır. Yenilenebilir enerji teknolojileri bugün dünya pahası. Hükümetlerin yenilenebilir enerjiyi gündemlerine alarak, fiyatlarından bağımsız bir şekilde herkes için ulaşılabilir olmasını sağlayacak politikalar üretmesi, daha özgür günlerini hayal ettiğimiz dünyanın bir geleceğinin olması açısından elzemdir. Recep Tayyip Erdoğan, nükleer santrali “dünyaya örnek olacak bir adım” olarak nitelerken, o adımın altında kalmamak için tüm Akdeniz insanlarıyla iletişim içinde, dayanışmayla, sokaklara sahip çıkarak direnmek şart. Bize “inşallah patlamaz” korkaklığından çok daha fazlası lazım...