Nuremberg ve Yüzleşmek
Yıllar önce ilgiyle okuduğum kitaplardan biridir Nuremberg Günlükleri. 1948 yılında çıkan baskısını internetten açık artırma ile aldığım ve sayfalarını korka korka çevirerek okuduğum bu kitap hala kütüphanemin başköşesinde durur.
İkinci dünya savaşının bitmesinden sonra Nazi Almanyası'nın üst düzey yöneticileri Nuremberg’de toplatılır. Hitler'in subaylarıdır bunlar. Martin Bormann, Kaln Dönitz, Has Frank, Herman Göring, Rudolf Hess, Alfred Jodl ve daha diğerleri. Sovyet, İngiliz, Fransız ve Amerikan savcı ve yargıçlar tarafından yargılanır bu kişiler. Nuremberg Günlükleri kitabının yazarı Gustav Gilbert ise hapishane psikoloğu olarak atanır. Savaş suçluları ile yaptığı konuşmaları ise tek tek kayıt altına alır.
Duruşmalar boyunca Gilbert tüm mahkumlar ile röportaj yapar. Bu röportajlar sanki Nazi Almanya’sını yöneten subaylarla değil, kandırılmış dürüst insanlarla yapılmış gibidir. Neredeyse hiçbir subay Yahudi soykırımı hakkında bilgisi olduğunu kabul etmemektedir. Dahası kesin bulgular da bu konuya açıklık getirememektedir. Adolf Hitler ve Nazi Propoganda Bakanı Joseph Goebels hayatta olmadığı içinse teyit alınamamaktadır.
Mahkemelerin yapılacağı yer olarak Nuremberg’in seçilmesi ise tam anlamıyla şiirseldir. Nazi partisinin doğum yeridir burası. Partinin kuruluş yürüyüşleri her yıl burada yapılır. Nazi partisinin öleceği yerin de burada olması doğaldır. Ama bundan daha önemli bir niteliği daha vardır bu kentin. Nuremberg yasaları 15 Eylül 1935 tarihinde burada geçmiştir.
Nuremberg yasaları herhangi bir Almanya vatandaşının ne kadar Yahudi olduğunu tespit eden yasalardır:
- Bir Alman ve bir Yahudi’nin çocuğuysa, birinci dereceden melezdir çocuk.
- İki birinci dereceden melezin çocuğuysa, yine birinci dereceden melezdir çocuk.
- Birinci dereceden melez ve bir Alman’ın çocuğuysa, ikinci dereceden melezdir çocuk.
- Bir melez ve bir Yahudi’nin çocuğu Yahudi’dir yasa tahtında.
Ve böyle gider bir halkın ırka göre ayrılması. Subayların işlediği insanlık suçu tam da bu uygulamadır aslında. Soykırımı yapmak değil, soykırımın yapılmasının önünü açan Almanya’ya izin vermektir suçları. Ve soykırımdan haberleri olmama ihtimali hiçbir şeyi değiştirmez. Teker teker yargılanırlar. Soykırım ve savaşta yaptıkları birçok suçlardan dolayı suçlu bulunurlar. Ve birkaç kişi dışında hepsine ölüm cezası verilir.
Tabii bu cezalarla yeterli değildir konunun kapanması için. Çünkü tek suçlu bu subaylar değildir. Almanya böyle bir lider seçimiyle ve bu lider yüzünden dünyaya çektirdikleriyle yüzleşir. On yıllar boyunca tazminat öder ve kendi kendine bu dehşetin tekrar yaşanmaması için reformlar yapar. O kadar keskindir ki bu reformlar, Adolf ismi dahi yasaklanır. Bütün bu adımların sonunda da hem içte hem dışta haykırır Almanya: ‘BİR DAHA ASLA’
Kıbrıslı Türkler için bu yaşananlar bilimkurgu kitapları kadar uzak. Ve bu uzaklık yalnızca insanı dehşete sokan soykırımdan dolayı değil maalesef. Bu uzaklık aynı zamanda bir toplumun yaşadıklarıyla yüzleşmesi ve sorumluluğunu üstlenmesi açısından da bizlere yabancı.
Biz Kıbrıslı Türklerin yaşadıkları arasında şükürler olsun böyle bir soykırım henüz yok. Ama özellikle 1955-1974 yılları arasında henüz yüzleşemediğimiz kayıp yıllarımız var. Bu kayıp yıllarda kişisel ajandalar için içimizde ‘casustur’ diye atılan iftiralar, bu iftiralara istinaden giden canlar var.
Canlar kadar olmasa da ülkemizde göz göre göre batırılan ve hesabı sorulmayan bankalarımız var. Her dönem "hesap soracağız" diye söz verilip de hiç takibi yapılmayan yolsuzluklarımız var. Üç yıl önce darmadağın edilmiş bir başkentimiz ve hiçbir batıran yöneticiden zerre hesabı sorulmamış bir belediyemiz var.
Yüzleşmek bizler için çok uzak. Çünkü asla hesap verilmeyen bir ülkede yaşıyoruz. Ve tüm bunların sonucu olarak da, yapanın yanına kaldığı bir düzende, “o iyi insandı” “bu doktorumuzdur” “bizim düğüne geldiydi” “benim dairede işimi halletti” cümleleri eşliğinde tekrarlayan hatalarımızla yönetilmeye devam ediyoruz.