O
Başı yerde yürüyordu artık sürekli. Bir tanıdık görüp de konuşmak zorunda kalmaktan korkuyordu.
Sürekli gülümseyen gözlerinde hem yağmur bulutları vardı çoktandır. Sağanak yağışlı günler geçmişti geçmesine de baharı unutmuştu bu gözler, dalıp dalıp gidiyordu hep uzaklara.
Etrafında konuşulanları anlamıyordu, duymuyordu zaten genelde. Dinlemiyordu pek, dikkati dağılıyordu durmaksızın. Kendi kafasındaki kavgalarla meşguldü O, neyin kavgasını, kime karşı verdiğini bilmeden.
Dünyayı bir kavgadan ibaret görüyordu. Her an, herşey için bir mücade verilmeliydi. En güçlünün hükümdarlığını ilan ettiği, zayıfın acımasızca ezildiği vahşi bir ormandı hayat. Ve O bu savaştan ölesiye yorulmuştu.
Yataktan çıkmak ne kadar da zordu sabahları. Hiçbir şey yapma, kimseyi görme isteği yoktu. Sonbahar güneşi dahi bir kıpırtı yaratamıyordu yorgun yüreğinde. Yorganı başına çekip tüm gün uyumaktı belki de hayatın tek anlamı, yanlış yerlerde aramamalıydı!
Sarı yapraklara benzediğini düşündü solgun, kuru cildinin. Dökülmeye de başlamıştı zaten pul pul. Hazan mevsimi hüküm sürüyordu tüm varlığında. ‘İnsanlar da mı teker teker dökülüyordu hayatından, karamsarlıktan mıydı bu düşünceler acaba?’ kestiremiyordu.
Dik durmuyordu omuzları bir süredir. Tüm yaşanmışlıkların yükünü mü taşıyordu, bütün evreninkini mi, anlamıyordu, umursamıyordu da. Ağırdı yükü, onu biliyordu.
Umursamazlık küçük adı halini almıştı son zamanlarda. İlgilenmiyordu hiç kimseyle, hiçbir şeyle. Yanında kıyamet kopsa dönüp bakacak dermanı kendinde bulamamaktan korkmasındandı aslında ilgisizliği.
Anlam yükleme oyunları oynuyordu sürekli kafasında. ‘Olmuş da ne olmuş?’ sorusuna cevaplar uyduruyordu durmaksızın. Olmuyordu, tutmuyordu ki hiçbir maya onun yoğurdunu. Anlamsızlıklar denizinde boğulmak korkusu belki en deriniydi zihnini kurcalayanların.
‘Basit zevkler bulmalısın kendine, en çok ne yapmayı seviyorsun?’ diye başlayan dost tavsiyelerini dikkate alıyordu kuşkusuz, ama O ne yapmayı sevdiğini hatırlamıyordu ki. Sevgi sözcüğünü boğmuştu belki de anlamsızlıklar denizinde, umudun hemen ardına.
Okuduğu kişisel gelişim kitapları kişisel gerilimini artırıyordu O’nun daha çok. ‘Her sorunun kökünde kendini sevmeme yatar’ diyordu Gurular. Kızıyordu, haklıklarını kabullenmekten daha kolaydı kızmak.
En çok kendine kızıyordu yine de. Kocaman bir başarısızlık örneği vardı karşısında. Kötü çuvallamıştı bu kez, nasıl sevebilirdi ki bu enkazı, nasıl?
Geçmişindeki renkli zaferlerini düşünüyordu sık sık. Nasıl başardığını hatırlamıyordu bile. Parlak mazisi geri gelir miydi? Sanmıyordu. Kolunu kıpırdatmak dahi zordu, çok.
Şafak sökmeden henüz, yüreğinin üzerinde bir ağırlık ile uykudan sarsılarak uyanmak mı daha kötüydü, karabasanlarla geçen uzun geceler mi, hiç bilemiyordu.
Akşamları kol uyuşması yaşamaya başladığı gün anlaması gerekirdi belki, sorunlarını artık görmezden gelemeyeceğini. Fiziksel rahatsızlıklar hep birden sökün etmişti peşi sıra. Hep hastaydı, hep güçsüz, hep acılı. Yüreğinin ağırlığını vücudu kaldıramıyordu artık, biliyordu kaçarı yoktu.
Yüzleşme zamanı gelmişti, geçmişinin söküklerini dikmekten, kalbinin kırıklarını aldırmaktan, yüklendiği ağır torbayı boşaltmaktan ve affetmekten başka şansı yoktu. Ancak böyle iyileşebilir, yaşamaktan zevk almaya tekrar başlayabilirdi.
Yardım alması gerekiyordu, biliyordu. Tek başına, karanlıkta yönünü bulmak zordu. Geçtiği yolları tanıyan, varacağı kavşakları bilen bir uzmanın yardımına ihtiyacı vardı. Uzmanların işiydi bu, dinlemek, anlamak, yol göstermek.
Tüm gücünü topladı, derin bir nefes aldı. Korkularının, endişelerinin, güvensizliklerinin bir anlığına sesini kıstı ve bir dostunun verdiği numarayı tuşladı. O an önünden geçen kelebeğin değişimi simgelediğini bilmeden gülümsedi beyz kanatlarına. Güneş de O’na.
8 Kasım 2015
Lefkoşa