1. YAZARLAR

  2. Hakkı Yücel

  3. O Şehir’e,  O Ülke’ye  Geri  Dön(eme)mek..!-
Hakkı Yücel

Hakkı Yücel

yeniduzen.com'a özel

O Şehir’e,  O Ülke’ye  Geri  Dön(eme)mek..!-

A+A-

Sözün uçuculuğu karşısında yazının kalıcılığından doğan ayrıcalığı, yıllar geçip gitse de, o dönemde kayda geçirilen duygu ve düşünceyi şu anda yeniden yaşatabiliyor olmasından kaynaklanıyor olsa gerek.  Hafızanın inşasını/gelişimini de işaret eden bu durumun mucizevi bir başka yanı ise, insanda sonsuz bir şimdiki zamanda yaşıyor hissi uyandırması kadar, kendini kendinde -kendi (var)oluş serüveninde- görmesini, kendisiyle yüzleşmesini sağlaması gibi bir yanının olması. Öyle ya, yıllar önce ‘ben’in kendine dair kendince inanarak/düşünerek yazdıkları, aradan geçen onca yıl sonra, adeta yenilenen bir şimdi olarak yeniden yaşanıyor. Bu arada dünden bugüne gelende söz konusu olan değişim/başkalaşma ise ister yürek acıtsın, isterse bilinç sancıtsın, bir film şeridi gibi göz önünden akıp geçiyor. Yıllar önce yazılmış aşağıdaki yazı işte böyle bir yazı: 

O zamanlar henüz daha “şehirlerin sultanı” İstanbul’da yaşıyorum… Tutku mu, alışkanlık mı yoksa zorunluluk mu; üniversite, ihtisas, iş hayatı derken ardımız sıra yılları biriktirmişiz… Kızlarım büyümüş, bu “kurşun kubbeler” şehrinde artık anlamlı bir maziye ve hatıralara sahip olacak kadar kök salmışız… Yeni insanlar tanımış, yeni dostluklar kurmuşuz… İstanbul maceramız kimi zaman müthiş bir ayrıcalık, kimi zaman büyük bir azap, kimi zaman ömür törpüsü, kimi zaman ise coşkulu bir sevda halinde geçiyor geçmesine de,  yine de eksik olan bir şey var… Nasıl söylemeli, hiç beklenmedik bir anda eskileri çağrıştıran bir görüntü, ya da düğümlenmiş hatıralar zincirini bir anda çözen bir şarkı, veya solmuş bir hayale can veren birkaç satır; eski zamanlardaki gibi üstüme başıma dökülen parlak bir gökyüzü ya da avuçlarıma dolan sudaki ay ışığı… Kendimi çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın cennetinde buluyorum… Doğduğum ülke -Kıbrıs- ve büyüdüğüm şehir -Lefkoşa- sislere bulanmış, beni çağırıp duran uzak görüntüleriyle karşıma çıkıyor…

İlkokul çağında bir çocuk görüyorum… Sabah çiğinin ıslaklığına uyanmış, çiçek bahçelerinin önünden geçerek okuluna gidiyor… Evlerin her birinde hep o tanıdık yüzler… Sabah kahvelerini her zamanki gibi güneşin ısıttığı camlıkta yudumlayarak, meraklı gözlerle yoldan geçenleri kollayan, birlikte yaşlanan iki kız kardeşin aydınlık yüzlerinde hiç eksilmeyen sımsıcak ‘günaydın’ gülümsemeleri… Biraz ilerde sıcak ekmek kokusunun yayıldığı fırında aynı bildik telaş… Hemen ötede, kimi zaman beline kadar uzanan sarıya boyalı gür ve dalgalı saçlarını, başını yana doğru eğerek tarayan ve o çocuğa bir tanrıça gibi görünen kadının penceredeki hayali… Sonra çiçeklerini sevip okşayarak onlarla konuşan adam… Daha sonra diğerleri ve derken okul… Sabah zili çalana kadar bahçede koşuşan çocuklar, onların tasasız çığlıkları…

Ya da 63 sonrasına denk gelen ortaokul ve lise günleri… Daracık sokakları, cumbalı evleri, iş yerleri, o evlerdeki ve iş yerlerindeki insanlarıyla her gün tekrar tekrar yaşayarak kendimizi ve onu yeniden keşfettiğimiz şehir... Ergenlik sancıları… Mücahitlik günleri… Bir kol mesafesi kadar yakın salkım saçak yıldızlar altında ve sınır boylarının ürkütücü tenhalığında gece nöbetleri… Çoğu hayallerimizde yaşanan aşklar ve en çok da o aşkların şiirleri… Gizli içilen sigaralar ve damağımızda kalan kekremsi tatları… Ömür boyu süreceğini sandığımız dostluklar… Ve sonra garip bir tutkuyla sarıldığımız ve içimizde her geçen gün biraz daha büyüyen o “çekip gitmek” arzusu ve “uzakların hiç dinmeyen çağrısı…”   

Kavafis’in ‘şehir’ adlı şiirini işte hep böyle zamanlarda hatırlıyorum ve yeniden okuyorum:

“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim” dedin/“bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet./Her çaban kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;/

-bir ceset gibi- gömülü kalbim/aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?/

Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, /kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün/boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın./Bu şehir arkandan gelecektir/sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,/aynı mahallede kocayacaksın,/aynı evlerde kır düşecek saçlarına./Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda./Başka bir şey umma-/ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, /öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.”

Aklımda ise hep aynı sorular:  70 yıllık ömrünün neredeyse tümünü -biraz İstanbul, Atina, Londra ve Paris dışında- İskenderiye’de geçiren Kavafis, “boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede” diye hayıflanıp durduğu ve çekip gitmenin içinde vazgeçilmez bir özlem halinde yanıp tutuştuğu yıllarından sonra, nereye giderse gitsin “bu şehir arkandan gelecektir” diyerek hep geri döndüğü ve en sonunda da ‘saçlarına kır düşüp kocayarak’ öldüğü İskenderiye’yi, bir kader olarak mı görüyordu; ait olmanın kutsal ve vazgeçilmez mekânı mı; yoksa ebedi huzura kavuşacağı cennetin(in) çağrısında yaşanan bir vuslat mı?  Ve benim şaire ve bu şiirine duyduğum yakınlık, onun gibi, onsekiz yaşıma sığmayan hayallerimin coşkusuyla bir an önce “çekip gitmek” özleminden muztarip olmamdan ve sonunda nereye gidersem gideyim “arkamdan gelen şehrin” -ve ülkenin- çağrısına uyarak geri dönecek olmamdan mı kaynaklanıyordu.?

Nitekim öyle de oldu, önce ‘çekip gittik’ ve onca yıldan sonra benzer duyguları yaşayan birçok insan gibi geri döndük… O farkla ki geri döndüğümüz -dönmek istediğimiz-; aslında terkettiğimiz zamanın şehri ve ülkesi değildi; aradan geçen uzun yıllardan sonra adları aynı olsa da, bugünün (yeni) şehri ve (yeni) ülkesiydi… Başka türlü olması da mümkün değildi; çünkü mekânlar, içinde yaşayan insanlarla ve o insanlar arasındaki ilişkilerle anlam kazanıyor ve duygusal karşılıklarını buluyorlardı ve biz istesek de istemesek de aradan geçen zamanın büyük oranda değiştirdiği insan dokusunun varlığında kurulan yeni ilişkiler, yeni anlamlar ve yeni duygusal karşılıklar yaratıyordu… Kaldı ki değişen sadece insanlar da değildi, mekânlar ve doğa da o değişimi/dönüşümü yaşıyordu.

Ve o zaman anladık ki yıllarca arkamızdan gelen, aslında eski zamanların ve o zamanlara ait hatıralarımızın yer aldığı şehir ve ülkeydi; oysa döndüğümüz          -artık geçip giden zamana geri dönmemiz mümkün olamayacağından-  yeni zamanların şehri ve ülkesiydi… Kendimizi kendi şehrimizde ve ülkemizde bir yabancı gibi hissetmemiz de, hüzünlenmemiz de, isyan etmemiz ve kafa karışıklığımız da bundandı…

Yabancı gibiydik ve hüzünleniyorduk, çünkü bize buralara ait olduğumuzu hatırlatan hemen her şeyi yitirmiştik… Bu şehri ve bu ülkeyi onlarla yaşayıp onlarla sevdiğimiz insanların çoğu artık yaşamıyordu; yaşayanların büyük bir bölümü ise buraları terk etmişti… İçinde hatıralarımızı sakladığımız birçok mekân ya yıkılmıştı ya da çok farklı amaçlarla kullanılır hale gelmişti… Yürüdüğümüz sokaklarda karşılaştığımız yabancı yüzler bize her gün biraz daha azaldığımızı hatırlatıyordu ve her gün biraz daha büyüyen kalabalıklar içinde kayboluyorduk…

İsyan ediyorduk, çünkü giderek azaldığımızı görmek ve hissetmek içimizde hep bir kahır olarak yaşadığımız ‘azınlık’ olma halimizi, bir kez daha zalim bir gerçeklik olarak yüzümüze vuruyordu… Bu duygudan kurtulmak ve bu gerçekliği değiştirmek istedikçe, bize ancak bir ‘kasaba ahalisi’ kadar esamemizin okunduğunun söylenmesi canımızı yakıyordu… Kendi adımıza konuşabilmenin ve kendi kaderimize sahip çıkabilmenin erdemini ve onurunu yaşamak yerine; kendi adımıza konuşulmasının ve kendi adımıza kaderimizin belirlenmesinin teslimiyetini ve onursuzluğunu yaşamaya mahkûm ediliyorduk… Sözümüzün neredeyse hiç kertesinde hükmü olmasına yanıyorduk…

Kafamız karışıyordu, çünkü yitirdiğimiz hatıralarımızın ve insanlarımızın arkasından tuttuğumuz yas ve bizi kuşatan o yabancılaşma duygusu giderek ‘geçmişi kutsayan’ adeta bir “ölüseviciliği’ ile yer değiştiriyor ve bu da çoğu zaman şu anda yaşadığımız hayata ve asıl o hayata dâhil olan (yeni) insanlara yönelik ölçüsüz bir nefrete dönüşüyordu… Siyasal bir varlık olarak (siyasal) güçsüzlüğümüz ve buradan doğan haklı tepkilerimiz asıl hedefini şaşırıyor ve öfkesini; ayrım gözetmeksizin çaresizliğin, sefaletin ve açlığın yollara düşürdüğü ve ‘ekmek kavgası’ için buralara getirdiği insanlardan çıkarıyordu… 

Kavafis haklıydı… Çekip gitsek de buralarda kalsak da ait olduğumuz ‘o şehir’ ve ‘o ülke’ hep arkamızdan gelecek ve bizi hep çağıracaktı… Ve biz bu çağrının sesine hep uyacak -ya da uymak isteyecek-, bu ‘şehir’e ve bu ‘ülke’ye geri dönecek -ya da geri dönmek isteyecek- ve buralarda yaşamaya -ya da yaşamak istemeye- devam edecektik… Ama ne geri döndüğümüz ve ne de yaşamaya devam ettiğimiz ‘o şehir’ ve ‘o ülke’ artık o eski ‘şehir’ ve ‘ülke’ olmayacaktı… İçine düştüğümüz yabancılaşma da, hüzün de, isyan da ve kafa karışıklığı da bundandı…

Aklımızın ve ruhumuzun azabından ve içine düştüğümüz çaresizliğimizden kurtulmayı ise, ‘o şehir’i  ve ‘o ülke’yi  yeniden kendimize ait kılmayı ve birlikte yaşamayı başardığımız gün anlayacaktık…”

Bu yazı toplam 1456 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar