Okuldan Kaçmak
Okuldan Kaçmak
Gürgenç Korkmazel
“Okuldan kaçmak bizi doğru yola sokma tehlikesi taşıyor.” – Jean Cocteau
İlkokul ile ortaokulu seçme şansım olmadı, ama hangi liseye gideceğimi kendim seçtim. Hem, ta çocukluğumdan beri mekanik şeylere karşı olan ilgim, hem de, benden büyük öğrencilere en ilginç okulun hangisi olduğunu sorduğumda verdikleri cevap nedeniyle teknik liseyi seçtim. Lise yıllarımın iyi bir eğitimden çok, maceralarla dolu geçmesini istiyordum (o zamanlar çok fazla Teksas Tommiks okuyordum),
Seçtiğim okul, başka okullarda işledikleri suçlardan dolayı buraya sürgün edilen ‘sabıkalı’ öğrenciler cennetiydi.
İlk yıl adaptasyon yılıydı. Daha önce hiç tek başıma gelmediğim Lefkoşa’ya ve yeni okuluma alışmaya çalıştım.
İkinci yıl, uyandım. Eğme, törpüleme, boyun eğdirme, yola getirme, kalıba sokma kurumu olduğunu anlayınca kokmaya başladı okul. Öğretmenleri yarım yamalak dinlemeye başladım. Sıkılıyor, ders sırasında genellikle pencere kenarına oturuyor dışarıya bakıyordum. Deniz aşırı hayaller kuruyordum. Gelecekte nerede olacağımı düşünüyordum. Saksısına sığmayan bir bitki gibi taşıp taşıp dökülüyordum.
Bazı derslerde, buraya başka bir okuldan sürgün gelen, çift dikiş Afet otururdu yanıma. Okul standartlarının çok üstünde olan memelerinin basıncıyla aralanan beyaz gömleğinin ilikleme yerlerine yandan bakıldığında, güneş ışınlarından saklanmış tatlı beyazlığını görürdüm memelerinin. Düğmeleri her an kopacak, savrulup bir tarafıma çarpacak korkusuyla gözlerimi ondan alamazdım. Masanın altındaki serbest oturuşuyla ortaya çıkan bacaklarının üstündeki damarların çizdiği labirentte kaybolup dururdum.
Belalı ama tatlı bir kızdı Afet. Erkeklerin bile söylemekten utandığı kelimeleri rahatça söylerdi. Okul çıkışı otobüs terminaline kadar beraber yürürdük bazen. Karşıdan gelen bir zenci gördü mü, sıcak ve nemli eliyle elimi tutar, dilek dilerdi. Sorardım. Söylemezdi ne dilediğini, söylerse gerçekleşmezmiş. (Şimdi her nerdeyse, umarım gerçekleşmiştir bu dilekleri.)
Üçüncü yıl, artık ipleri kopardım. Dersleri iyice boş vermeye, sık sık okulu asmaya başladım. Günde beş altı saat ders dinelemek bana göre değildi. Gerçek eğitim ve eğlence sokaklarda, kafelerde, kütüphanelerde, kitabevlerinde, parklarda ve sinema salonlarındaydı. Okuldan kaçmanın nimetlerinden yararlanmaya başladım. Okuldaki en iyi arkadaşlarım olan Dümenci ve Dalgacı ile sokakları, okulları, parkları dolaşır mini etekli kızların peşinde koşar, aşk arardık. (Dalgacı’nın liseyi bitirince kiminle evleneceği, Dümenci’nin ise giriştiği bütün işleri batıracağı belli olmuştu.) Kafamızı altüst eden hormonlara, yüzümüzdeki sivilcelere ve yoksunluklara rağmen, yastık yığını üstünde zıplayan çocuklar kadar mutluyduk. Beş karış havadaydı aklımız. Her zaman dalga geçecek bir şeyler bulur, hemen hemen her şeye gülerdik. Kendini daha çok görünür kılmak ve kanıtlamak için yırtınan o gürültücü gençlerdendik biz de.
Lise aşkım hiç olmadı. Üzerinde Şule yazan gümüş bir bilezik bulmuştum merkez kütüphanenin önünde. Bunu bir işaret gibi algılayıp her yerde sahibini aradım. Bileziğin sahibini bulunca aşkı da bulacağıma inandım, ama ne birini buldum ne de ötekini.
Ortaokuldayken aşık olduğum Sergül adayı terkedip yurtdışında yaşamaya gittiği için çok canım yanmıştı. O güne kadar hiç kimse için o kadar ağlamamıştım. İçimde hala o aşkı yaşatıyordum belki de, ya da hala o aşk için yas tutuyordum. (Kırılmaması için gözüm gibi koruyordum içimdeki aşk yumurtasını, çoktan bozulmuştu oysa.)
Öğretmenlerle ilişkim fena değildi aslında, hatta bazıları arkadaş gibi davranıyorlardı bana ama ilkokul ile ortaokuldaki kötü öğretmen deneyimlerimden dolayı mesafeliydim öğretmenlere karşı. Hep kuşkulu, soğuk ve eleştireldim onlara karşı. En sevdiğim öğretmenin adını sorduklarında, hiç tereddüt etmeden “Feri Cansel” derdim.
Son seneki okuldan kaçmalarımın, pis pantolonla dolaşmalarımın birinde Kız Lisesinde okuyan, benden bir yaş küçük Faika ile tanıştım. Yürürken büyüyorlar mı diye memelerine bakan, ince uzun bir kızdı. Tazelik ve tatlılık timsaliydi. Güneşte yeşile, gölgede maviye dönüşürdü gözleri.
Faika, ilk resmi kız-arkadaşımdı. Babası aynı okulda öğretmen olduğu için, okulda görüşemez, gözden uzakta, kuytu yerlerde, gizli köşelerde, buluşurduk. Son derece doğal bir şey yaparken, ne büyük bir baskı altındaydık, nasıl da suçlu hissederdik kendimizi.
Aşık değildim ona ama onunla birlikteyken gökkuşağı gibi bir şeyler görüyordum apaçık gökyüzünde bile. Küçük dokunuşlar büyük anlamlar demekti o zamanlar.
Yüksek ahlaklı bir kızdı: “Her yerime dokunabilirsin, ama orama asla!” derdi. Oysa ben orasını görebilmek için üstüme işemesine bile razıydım.
Öpüşmelerle; kopmuş bir şeyleri birleştiren, arzu dolu ama hiçbir zaman gerçek bir sevişmeye dönüşmeyecek okşamalarla oyalanırdık. Oyalandık. Geç başladık...