Okulların açılışına Yalayut İsmail ertelemesi!
Bir çok kişi hükümetimize saldırdı, okullarımızın, UBP’li ve geçici öğretmen kardeşlerimize “kalıcı öğretmenlik sağlamak” amacıyla bir hafta geciktirilmiş...
Yok öyle kurultaya yönelikmiş, yok böyle kurultay hedefliymiş!
-*-*-
Hiç alakası yok!
Okulların açılması neden bir hafta ertelendi?
-*-*-
Bu konuda, herkesten gizlenen iki gerekçeyi ele geçirdim!
-*-*-
Alın size gerçekler:
Okulların bir hafta geç açılacak olmasının birinci gerekçesi “küresel ısınma”...
UBP, DP ve YDP’li uzmanlar (Partililerin tamamı demek istiyorum), bu konuda çok bilgili oldukları için, oy birliği ile mutabakata varmışlar ve çocukları küresel ısınmanın sıcağından korumak için bir hafta ileri almışlar...
-*-*-
İkinci gerekçe daha da önemli...
Çocukların psikolojisinin bozulmaması...
Değerli hükümetimiz; tatile alışan, telefoncuğundan, tabletinden ve Kuran kurslarından çok keyif alan ve “okula gidip de ne olacağız; okuyacağımıza torpil bulalım daha iyi; üstelik Dünya’nın da sonu geliyor, okumaya gerek yok” diye düşünen çocuklara, ergenlere ve bazı gençlere, “haydi onlara bir hafta daha tatilcik verelim” düşüncesindedir...
-*-*-
Yok kurultaydı, yok okul binalarını bitirememişlerdi falan geçiniz!
Ne alakası var?
Üstelik bazıları da gitmiş Külliye’de eylem falan yapmış!
Çok gereksiz!
-*-*-
Külliye itibarımızdır!
Bayrak, ezan, Ersin, Külliye!
Hep itibar!
Büyük devlet böyle olur!
-*-*-
Çocuklar mı?
Kim?
Bizim çocuklar mı?
İhaleler yerindedir, no problem arkadaşlar!
Yaşasın KKTC!
-*-*-
Not: Bu arada hükümetimiz; okulların açılışının bir hafta süreyle ertelenmesinin haklı gerekçelerini anlatması için, Güldür Güldür’deki Yalayut İsmail ile anlaşama sağladı... Yalayut İsmail’in lakabının da mevcut hükümet ortaklarına uyumu düşülerek bu kararın alındığına inanılıyor...
-*-*-
Yalayut İsmail, çekilecek olan propaganda filminde, “bir haftacık beee, bir haftacık beee”, n’olur be, bir haftadan n’olur beee” diye yalvarıp tatili uzatan çocuğu canlandıracak... Propaganda kısa filminin sonunda Yalayut İsmail’in, elinde KKTC Bayrağı ile “... eşit ve egemen devlet beee, n’olur hocam beee” diye söylendiği işitilir...
Rezalet işte budur!
KKTC Cumhuriyet Meclisi’ne kantinci dayanmıyor!
Neden?
Çünkü işletmeciye başkanlığın borcu birikiyor, Maliye Bakanlığı da borcu “ödenemez büyüklükte” gördüğü için ödemiyor da ondan!
-*-*-
Geziler, gezmeler, hediyeler, kabuller...
Bunlar hep masraf!
-*-*-
Düşünün!
Bu Meclis yakında Külliye’ye taşınacak!
Tamam, binayı ve çevresini Türkiye halletti!
Peki, içine eşya alacak, elektrik harcamasını, hediye, gezme, yeme, içme, izaz ve de ikram masrafını ödeyecek bütçemiz var mı?
Yoktur!
-*-*-
Bunun adı nedir peki?
Ne bileyim, “rezalet” midir?
Mesela!
-*-*-
Ayran yok ama tuvalete atla gitmektir!
Okul yok, hastane yok, ilaç yok ama yeni külliyemiz olacak ve biz orada daha nice borçlar biriktireceğiz!
Rezalet değil de nedir bu?
Simon Aykut’a yapılanın bir adı da ırkçılıktır!
Simon Aykut, KKTC’ye tarihinin en büyük yatırımını yapan insanlardan biridir...
Elbette para kazanmak için yatırım yapmıştır...
-*-*-
Simon Aykut’a ilk saldıranlar kimlerdir?
KKTC’yi en çok savunduğunu iddia eden bir avuç faşist!
-*-*-
Türkiye’deki cahil üç beş kişiyle birlikte manşetler hazırlayıp, ülkeyi Yahudilerin satın aldığı yalanını uydurdular!
-*-*-
Ardından Simon Aykut başta, bir çok Musevi iş insanının adını günlerce sağda solda, her türlü sosyal medya ve gazete ortamında paylaştılar...
-*-*-
Rum tarafındaki “kafadaşları” da bunu fırsat bilip, masum bir insanı tutuklayıp, hapse attı...
-*-*-
Defalarca yazdım; Simon Aykut’a hapishanede saldırı düzenlendi; sağlığı da iyi değil...
Rum faşizmi ve KKTC’deki kafadaşlarının ortak çabası ile Simon Aykut her an ölebilir...
-*-*-
Ve bu devlete, bu ülkeye en büyük yatırımı yapan bu kişiyi asıl koruması gereken “KKTC’ci”ler, bir anda sus pus!
Adamı resmen bir başına bıraktılar!
-*-*-
Ne acıdır, belki de Simon Aykut “Türk” kökenli olsaydı, kıçlarını yırtıp başlarına giyeceklerdi!
Ama dediğim gibi, “Musevi” olduğu için kimse ilgilenmedi!
Yazıklar olsun!
Irkçılığınıza yuh olsun!
Şule teyze...
Sevgili dayım Ahmet Teralı ile Ankara’dan KKTC’ye otomobille gelmiştik...
Sarı renk bir Golf...
Değişerek kullanacaktık...
Ankara’dan Mersin’e ben kullandım, dayım uyudu...
-*-*-
Geldik...
Bir akşam üzeri, dayımın Erenköy’den ve Ankara’dan en yakın arkadaşlarından Kamil Nuri Özerk ve eşi ilkokul öğretmeni Şule teyzenin evindeydik...
-*-*-
Aynı zamanda annemin köylüsü ve sınıf arkadaşı olan Şule teyze yemek yapmıştı...
Arabayla geldiğimizi biliyordu, arabayla döneceğimizi düşündü ki Ankara’da okuyan büyük oğlu Alp’e bir şeyler göndermek istediğini söyledi...
-*-*-
Dayım, “tabii Şule’ciğim, hazırla, götürürüz” dedi...
-*-*-
Arabayı bırakacak ve uçakla dönecektik...
Ama Şule teyze arabayla gideceğimizi düşünmüş olmalı ki, oğlu Alp’e, bir düdüklü tencere dolusu molehiya yapmıştı...
-*-*-
O düdüklüyü aldım...
Etrafını beyaz bir çarşafla sardım...
Çanta gibi taşıdım ve uçakla Ankara’ya düdüklü tencerede molehiya taşıdım...
-*-*-
Alp, ev arkadaşları Oğuz Özyalçın, Tolga Çağakan ve Saffet Barutçu birlikte yediler, afiyet olsun...
-*-*-
Kamil Nuri Özerk, Ahmet Teralı ve Oğuz Özyalçın’ı yitirmiştik... Onlara, hafta sonu Şule teyzemiz de katıldı...
Allah tümünü rahmet eylesin...
-*-*-
Şule teyze, çocukları Alp ve Cem’e; Alp ve Cem de annelerine çok düşkündü...
Acılarını paylaşıyorum...