Okunacak/Anlatılacak Başka Şeyler Yok mu!?
Aksini iddia etmek ne kadar mümkündür: Gazetelere bakıyorsunuz hemen hep aynı konular, benzer üsluplar; televizyonlar, sanal ortam keza öyle. Siyasal/toplumsal gündem belirli konularla sınırlı; laf dönüp dolaşıp aynı yere geliyor. Sadece konular değil, konuşanlar da hemen hep aynı. Kimin ne söyleyeceği, ne yazacağı handiyse ağzını açmadan, kalemini oynatmadan belli. Burada asıl dikkat çeken ve giderek vahamet arz eden husus ise konular karşısındaki konumlanışın niteliği. Şöyle ki, genelde ortaya konan yaklaşım biçimi ve bunun zihni müktesebatı ‘yana olmak’ ya da ‘karşı olmak’ ikileminden birisine mutlak anlamda tabi olmaktan ibaret. Evet, elan yaşanmakta olan bir sorunun can yakıcılığı, aciliyeti, bu kapsamda ortaya konulması gereken mücadele, ısrar ve direngenlik vb. hepsi tamam da, sürecin salt ikilemler üzerinden ve illa ki bu ikilemden birine mutlak tabiyeti -haliyle ötekine mutlak karşı olması- zorunlu kılan bir mahiyet arz etmesi (buna ‘taraf’ olmak deniyor ve de “taraf olmayan bertaraf olur” yaldızlı jargonuyla şablon dışına çıkan ağır suçlamalara maruz kalırken, varlığı da yok hükmünde sayılıyor) son kertede İlgi alanının daralmasına neden olduğu da çok açık. Dahası, sürekli tekrarı içeren bu yaklaşımın fikri ve zihni kabızlığa yol açtığı, aynı zamanda yaşam enerjisinin dar alanda tükenmesi sonucunu doğurduğu da bir vakıa. Olaylar ve sorunlar karşısında mutlak ‘taraf almak/olmak’ ve şıpın işi bir çırpıda kesin hükümde bulunmanın kolaylığı; anlamaya çalışmanın, sorgulamanın, (öz)eleştirinin ve haliyle hayatın değişkenlik içeren dinamizmini karşılayan ve de ciddi bir zihnî çabayı gerektiren, görece esnek ‘tavır almak’ın önünü kesmekte ve bu da, şimdilerde çok daha aşikâr biçimde gözlendiği üzere siyasal/toplumsal cepheleşmeyi derinleştirmekte, diyalog yollarını kapatmakta, seçenekler üretmeyi de engellemektedir. İyi de “dar alanda kısa paslaşmalarla” seyreden, bir mahalleye ait olmanın kolaylığını/huzurunu taşıyan bu hayatların dışında başka hayatlar yok mu; yazılanların/anlatılanların dışında okunacak/anlatılacak, farklı seçenekler üretmeye vesile olacak başka hikâyeler/hayatlar, mücadele biçimleri yok mu?
Bir romancı olarak hayatın sanıldığından daha karmaşık olduğunun altını ısrarla çizen M.Kundera, bu karmaşayı en iyi çözümleyenin/anlatanın roman (sanatı) olduğundan söz ederken, yaptığı tanımlardan birisi de romanın “bir tuzağa dönüşmüş dünyada insan yaşamının araştırılması” olduğuna dairdir. O’na göre hepimiz “istemeden doğmuşuz, bizim seçmediğimiz bir bedene kapatılmışız ve ölüme mahkûm edilmişiz.” İnsanlığın yaşadığı bunca felaketten sonra dünya artık bir tuzağa dönüşmüştür ve romancı da tuzağa dönüşmüş bu dünyada insanı ve onun yaşamını araştırmaktadır. Burada Kundera’nın ‘roman’ üzerinden söylediği şeyi, skalayı daha da genişleterek, edebiyatın/sanatın diğer dallarına ve hatta daha da ileriye götürerek felsefe, tarih, sosyoloji gibi disiplinlere kadar yaymak da mümkündür.
Buradan hareketle acaba diyorum, hazır yaz mevsimi/tatil mevsimi de gelmişken ve de hâlâ corona kasırgası tam anlamıyla yatışmadığından büyük ölçüde olduğumuz yerlerde kalmaya mahkûmken, kendini tekrardan ibaret hayatın bunaltıcı rutinini kırmak, dar alana sıkışmış hayatlarımızın sınırlarını aşmak, daha geniş ufuklarda gezinmek ve de olanları anlamaya çalışmak adına, en azından okunacak/anlatılacak başka hayatlar olduğunu hatırlamak ve de bunların peşinden gitmeyi önermek; bu vesileyle aynı safta ezel-ebed saf tutmak ve de ‘taraf olmak’ yerine, ihtimaller ve fırsatlar çokluğunu içeren, hayatın dinamik akışkanlığı karşısında farklı seçenekler üretmeye kapı aralayan ‘tavır almak’ı dile getirmek (buna ‘döneklik’ mi deniyor yoksa) çok mu saf bir önerme olacak?
Belki öyle, ama yine de bir başka değerli isimden hareketle devam etmek istiyorum. Harvard Üniversitesi’nde sunduğu altı konferans metninden oluşan ‘Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti’ (Can Yayınları) kitabında İtalyan yazar-eleştirmen-düşünür Umberto Eco bu kez karşımıza sıkı bir okur kimliğiyle çıkar ve de çeşitli örneklemelerle ‘okur-metin’ ilişkisi üzerine kapsamlı çözümlemelerde bulunur. Kitabın başlığında da yer alan ’orman’, yazarın Borges’ten mülhem, söz konusu ilişkinin mahiyetinin anlaşılmasında kullandığı bir metafordur. Eco ormanın, “yolları çatallanan bir bahçe” olduğunu ifade ettikten sonra, nasıl ki ormana giren herhangi bir kimse orada gezinirken, kendince bir yol çiziyor, örneğin bir ağacı kerteriz alarak sağından veya solundan geçiyor, ya da karşılaştığı ağaçlar arasından kendine göre bir seçim yaparak sonuçta kendi güzergâhını buluyorsa; son kertede bir anlatı metninin de okurunu “her an seçim yapmaya” zorlayan bir ‘orman’ olduğuna, okurun metnin içinde gezinirken -metnin gerçekliği ile yüzleşirken mi demeliyim- yolunu kendince bulacağına -bulması gerektiğine- ve bu gezintinin de çok boyutlu, çoklu seçenekler içeren bir mahiyeti olması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda sık sık tekrarladığı ise “metnin, okurdan epey işbirliği isteyen tembel bir araç” olduğu; bir metnin kendi içinde , alıcısının -yani okurun- anlaması gereken her şeyin söylenmediği -iyi ki söylenmediği-, arada okuyucunun doldurması gereken bir dizi boşluklar bırakıldığı (haliyle ciddi zihni bir çaba gösterilmesini gerektirdiği) ve nihayet özellikle günümüzde artık okurun “yalnızca öykü anlatmanın oluşturucu öğesi olarak değil, (bizatihi) öykülerin oluşturucu öğesi olarak’” da her zaman varolduğudur.
Eco’yu da dinledikten sonra kanımca şunu söylemek mümkündür: Günümüz dünyasında her alanda yaşanan büyük altüst oluşlarla, geçmiş dönemlerden farklı olarak hâkim düşüncenin ‘mutlak’ olana prim vermemesi, giderek çoğulculuğun ve göreceliğin öne çıkıyor olması, sanat ve edebiyat alanında da yansımalarını göstermektedir. Bütüncül olanın, parçalı ve eklektik olanla yer değiştirmeye başladığı bu süreç; bir yandan sanatsal yaratı ve üretimde sınırsız olanakları teşvik ederek çok farklı (avangardist-deneysel) örneklerin ortaya çıkmasına yol açarken, bir yandan da bu farklılık ve zenginlikler metnin doğurgan bir karakter kazanmasına ve buradan çoklu anlamlar -ve gerçeklikler- üretilmesine zemin teşkil etmektedir. Bir başka ifadeyle metni anlamlandırmada -yorumlamada- öznellik ağırlık kazanırken, (bunu ‘taraf olmak’ın ‘tavır almak’la yer değiştirmesi olarak okumak da mümkün) okumanın (ve haliyle okurun) bizatihi kendisi sanatsal bir faaliyet halini almakta, doğurgan ve yaratıcı bir mahiyet kazanmaktadır.
Eğer öyleyse, dar alana ve mutlak ‘taraf olmak’ tek seçeneğine sıkışmış hayatlarımız ve de buna ilave (hatta bu konumu zimnî olarak pekiştiren) küresel kapitalizmin ihtiyaçlarımızı değil de, arzularımızı ve tutkularımızı tahrik ederek bizleri baştan aşağıya bir tüketim çılgınlığı içine sürüklediği, yalnızlaştırdığı ve kendimize bile yabancılaştırdığı günümüz koşullarında, ‘okunacak/anlatılacak’ başka hayatların olduğundan söz eden anlatıların/romanların olması, bu kuşatılmışlıktan ve cendereden çıkmak adına az şey olmasa gerek. Sonuç itibarıyla, çok daha geniş kapsamlı olması nedeniyle ‘kitaplar’ (alanındaki has kitaplardan söz ediyorum), gündelik yaşam içinde kaçırdığımız veya farkına varmadığımız, gerek içimizdeki ve gerekse dışımızdaki dünyaların uzak-yakın karanlıklarına ışık tutan, varoluşsal serüvenimizi enine boyuna çözümleyerek yeniden kurgulayan, sıkıştığımız yerde bunalırken yolumuzu bulmamıza, geniş ufuklarla buluşmamıza yardımcı olan, kendimizi ve hayatı anlamamız ve anlamlandırmamız için katkı koyan güçlü ve de vazgeçilmez dayanaklarımız olmaya devam ediyorlar.
Hep aynı şeylerin konuşulduğu, tartışıldığı ve yazıldığı bir ortamda umutlar körelirken tuzaklar da çoğalıyor. O zaman bir kez daha sormak gerekiyor: Umudu ayağa kaldırmak ve yeniden başlamak adına peşinden gidilecek, okunacak/anlatılacak başka hayatlar yok mu? Eğer yoksa bu yaşanana hayat denir mi?
Not: Cumartesi günleri yayınlanan yazılara Eylül ayına kadar ara veriyor, bu süre zarfında okunacak/anlatılacak başka hayatların peşinden gideceklere iyi okumalar, iyi yolculuklar diliyorum.