Olağanüstü durum için, Olağanüstü Durum!
Geldiğimiz aşamada, iki çok önemli sebeple, Olağanüstü Durum ilanı artık kaçınılmaz hale gelmiştir.
Bu sebeplerden ilki tabii ki sağlık, diğeri de ekonomidir.
Sağlık açısından, yani COVID-19’un yayılması açısından bakıldığında,
muhtemelen geç kalınmış, yani bir anlamda ‘atı alan virus Üsküdar’ı çoktan geçmiş’ olsa da, en azından etkiyi biraz olsun frenleyebilmek hâlâ mümkündür.
Karpaz’da yaşananlar, salgının kontrolden çıkmak üzere olduğunu bize çok açık bir biçimde göstermesi bakımından önemlidir.
Bu çok sarih ve çok güçlü bir ‘uyanın’ çağrısıdır.
Aynı zamanda Karpaz’dan çıkan iki sonuç daha vardır:
- Salgının önlenmesi adına alınan tedbirlerin bizzat ana uygulayıcısı olması gereken devlet, bu konuda çok büyük bir zafiyet ve hatta ihmalkârlık içindedir…
- Bütün dünyayı kırıp geçirmekte olan virüsün bizim ülkemizde de benzer sonuçlara yol açmaması için yapılan tüm izolasyon çağrılarına rağmen, insanlarımız hâlâ işin ciddiyetini anlamamıştır.
Önce sağlık olmakla beraber, bizi ciddi bir ekonomik sıkıntı da bekliyor.
Hem makro ölçekte, hem de mikro ölçekte.
Hükümetin açıkladığı ekonomik paket, bu haliyle, iki anlamda da gelecekte bizi bekleyen tehlikelere çare üretmiyor ne yazık ki.
Ekonomide yaşanacak daralmanın önüne geçebilmek için pek çok ülke para basıp piyasaya sürmeye hazırlanırken, biz piyasayı besleyecek mevcut parayı da küçültüyoruz.
Bizim para basıp piyasaya sürmemiz söz konusu değil (devlet olmakla ‘devletçik’ olmak arasındaki farkın önemi burada bir kez daha yüzümüze çarpıyor ama bu gerçeği hasır altına itmeye devam etmek, siyasi anlamda çok daha konforlu bulduğumuz bir şey).
Ekonomiyi rahatlatmak için piyasaya sürecek mali kaynağımız da yok. ( yine devlet ve devletçik meselesi…)
Hoş kaynağımız olsa da, öyle bir ekonomik aklımız da yok.
Bütçeyi, ‘kesintiyle’ denklemek ve bunun bize uzun vadede maddi getiri sağlayacağını zannetmek gibi bir ekonomi yönetim mantığımız var (burada sadece UBP-HP hükümetinden bahsetmiyorum).
Borçlanma da yapamıyoruz (malum; devlet-devletçik…).
Geriye kalıyor Türkiye.
Şimdi diyeceksiniz ki, ‘hem bağımsız olmak istiyor, hem de Türkiye’den para gelmesini savunuyorsunuz, bu ikiyüzlülüktür’!
Yok, değildir.
Bugün içinde bulunduğumuz durum, (siyasi, ekonomik, nüfus dengesi vs), yıllardır Türkiye ile birlikte uyguladığımız politikaların sonucudur. Sebebine el veren, sonucuna da el vermekle yükümlüdür.
Oysa görünen o ki Türkiye’den bir el falan gelecek değildir.
Gelelim paketin mikro kısmına…
Çok sayıda insanın evine, bu aydan itibaren bir süre maaş giremeyecek.
Daha da ötesi çok sayıda insan işsiz kalacak.
Özel sektörde işçi çıkarmalar başladı bile.
Bunun sonucunda ortaya çıkacak olan sosyal sorunlar, yüz yüze bulunduğumuz sağlık sorunları kadar yıkıcı etkilere gebe.
Sadece 3’üncü ülkelerden gelerek KKTC’de çalışmakta olan işçilere yönelik tavır bile başlı başına bir kaos davetiyesidir.
Şu anda kayıtlı 3’üncü ülke vatandaşı işçilerin sayısı yaklaşık 15 bin.
Başta üniversite, turizm ve inşaat sektöründe olmak üzere yarattıkları ekonomik değer bir kenara, bu insanların sadece çalışma izni parası bazında devlete yıllık doğrudan 10 milyon TL katkısı var.
Bunun yanı sıra her birinin maaşından %5 İhtiyat Sandığı kesintisi yapılıyor ve bu para da aslında devletin kasasına gidiyor.
Ve şimdi hükümet bu insanlara, ‘ne haliniz varsa görün’ diyor.
‘Salgınla beraber çoğu zaten ülkesine döndü’ argümanı, doğru bir argüman değildir.
Ülkelerine dönen işçi sayısı çok azdır ve bunu yapabilenler da esas olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır.
Özellikle inşaat sektöründe çalışan bu insanların, yaşam koşulları da dikkate alındığında (büyük bir çoğunluğu toplu halde, inşaat alanlarındaki gettolarda yaşıyorlar), ortaya çıkması muhtemel sorunları öngörebilmek bu kadar zor mu?
Bir de ülkeye çoğunlukla öğrenci olarak gelip, maddi sıkıntılar nedeniyle farklı birçok sektörde, kayıtsız olarak çalışanlar var ki bu noktada da ciddi sıkıntılar yaşanacak.
Bakanlar Kurulu, ODUR ilanı sayesinde bütün bu sorunlarla daha kontrollü bir şekilde baş edebilir.
ODUR hükümete, yasal olarak çalışma hayatına çok daha etkin müdahale etme hakkı verir.
Keyfi işten çıkarmalar, keyfi hak gasplarının önüne geçilir.
Yıllardır bu ülkenin ve emekçilerin sırtından köşe dönüp de bu zor günlerde devlete el uzatmayan yabancı sermaye, ODUR durumunda köşesine çekilip de rahatlıkla ‘biz yokuz arkadaş’ diyemez.
Solcu reflekslerle Olağanüstü Durum ilanına tepki verilirken, bu solcu vicdanlar, örneğin binlerce insanın işsiz, on binlerce insanın parasız kalmasını nasıl içine sindirir?
Hükümet bir karantina alanı yaratabilmek için elinde telefon sağı solu arayıp, sermayedara yalvarmak zorunda kalıyor.
Yarın öbür gün, daha da fazlasına ihtiyacımız olabilir.
Yine mi yalvarılacak?
Her konuda, ‘insafa’ mı kalınacak?
Hukukçular ısrarla bunun altını çiziyorlar, Anayasa’nın 124 ve 126’ncı maddelerine dayanarak, salgın hastalık tehlikesi nedeniyle, ODUR Yasası tahtında yapılacak bu düzenlemenin, Türkiye’de örneklerini gördüğümüz askeri sıkı yönetimlerle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Anayasal haklar, sadece ve sadece gereken alanlarda askıya alınır.
ODUR durumunda asker değil, yürütme ve yasama yetkilidir.
ODUR’u sivil otorite ilan eder ve kaldırmak da sivil otoritenin elindedir.
Şu anda kaçımızın umurunda bilmiyorum ama, ODUR olmadığı için, hukuk da bizzat devlet eliyle çiğnenmektedir.
Oysa hiçbir durumda, hiçbir koşulda, hukukun ihlaline göz yummamak, demokrasi kaygısı taşıyan herkesin yükümlülüğü olmalıdır.
Örneğin hükümet sokağa çıkma yasağı konusunda şu anda Anayasa ihlali yapmaktadır.
Hükümetin dayanak olarak aldığı Fasıl 156 Sokağa Çıkma Yasağı Yasası, mevcut haliyle Anayasa’ya aykırıdır.
***
Olağanüstü durum ilan edilmediği sürece, bir yandan sorunlarımıza etkin çözümler üretilemeyeceği gibi, diğer yandan ise Bakanlar Kurulu’nun almakta olduğu tedbirlerin meşruiyet sorunu olmaya devam edecektir.
Siyasi çıkar gailelerini bir kenara bırakıp, artık gereken yapılmalıdır.