“Öldüğü gün arife, gömüldüğü gün bayramdı...”
*** Betül Arslan, “Babalar Günü”nde yazdı...
Genç yeteneklerimizden Betül Arslan sevgili babası Nihat Arslan’ı kaybettiği zaman 17 yaşında genç bir kızdı... 1991 yılıydı... Betül Arslan babasını kaybetmiş ama onu hep yüreğinde taşıyor... Geçtiğimiz günlerde FACEBOOK sosyal paylaşım sitesinde, “Babalar Günü”nde babasını anlatan “Babalar günün kutlu olsun babam” başlıklı bir yazı yazdı... Betül Arslan yüreğinden gelen bu yazısında şöyle diyor:
“Herkes kadar yaralarım var benim de ve kendimi kabuksuz yumurta gibi hissettiğim anlarım... Geriye döndükçe yalnızlaşıp ufalandığım anlarım var... İçimdeki can kırıkları en çok babama ait, dökülüp savrulduğum anlarımda da O oldu, ördüğüm koca duvarlarımda da. Tamamlamayı beceremediğim cümlelerimde de Onu yaşarım hep keşkelerimle.
Keşke yaşadığımız acılardan utanmayıp, anlatabilsek sızılarımızı her şeye rağmen. Eksik kalan hikyeleri tamamlayabilsek ve gidenlerin ardından, temiz bir su döker gibi paylaşabilsek...
Eski TMT’cilerdendi babam... Pek çokları gibi erken gitti O da bu fani dünyadan. Yanlış hatırlamıyorsam babam gittikten üç yıl sonraydı, madalya da vermişlerdi bize. Onca savaşı, onca acıyı, onca kederi, toplu mezarları, belleklere kazınan o dehşet hikâyeleri ve çürümüş cesetleri anımsatmıştı o madalya bana! Ne acı, ölüp gidenlerin ardından veriliyor madalyalar. Çünkü öldürenler de öldüler ve artık zararsızdırlar...
Öldüğü gün arife, çürümüş bir patates çuvalı gibi toprağa gömüldüğü gün bayramdı. Yakın çevremdeki herkese bayramlık olarak iyi ve güzel şeyler gelirken, bizim ailenin payına düşen acıydı, ziftten de acı...
Güzel bir bahar günüydü herşeye rağmen o gün. Aylardan Nisan’dı, günlerdense bence mavi. Tatlı bir telaş vardı evimizde; bayram telaşı. Bayram için son hazırlıklar yapılmış, yenilecek içilecek olanlar birer birer hazırlanmıştı. Kasaptan alınan et şişlik doğranmış, kıyma şeftali kebabı için güzelce hazırlanmıştı. Tel kadayıfı alınmış, garacoccolu çöreğimiz hazırlanmıştı. Hatta hiç unutmam, annem ilk kez yaptığı çörek sınıfı geçip beğenilince, koca bir aferin bile almıştı babamdan. Kabristanlık ziyaretimiz için, babam kendi elleriyle toplamıştı bahçeden çiçekleri. Koca bir demet çiçek; sardunyalar, güller, yaseminler ve illa ki mersin dalları...
Lise son sınıfta okuyan ben, “gençlik başımda duman ilk aşkım ilk heyecan” dönemini geçiriyor olmama rağmen, hiç öyle olamamıştım aslında. Yani, ayaklarım yerden kesilmemişti hiç. Başımda bir dumanla gezmemiştim. Belki de kalabalık bir ailenin son çocuğu olmamın etkisi büyüktü böyle hissetmemde. Erken olgunlaşmıştım galiba. Hayata yaşıtlarım gibi renkli gözlüklerle değil, hep olduğu gibi bakmıştım. Neriman öğretmenim, zeytin zeytin baktığımı söylüyor hala... Ama o bakışlarda, hınzır bir ifadenin barındığını da biliyor.
Bizim dönemlerde okula ailesinin özel arabasıyla götürülen öğrenciler pek azdı. Öyle moda yoktu, pek fazla imkân da yoktu zaten. Şimdiki gibi bol değildi arabalar. Ya otobüs çoğunluktaydı ya da tabana kuvvet yürürdük. Ben de okula yürüyerek gidip gelirdim.
Ayluka Kilisesi’nin orada geçti çocukluğum. Ayluka Kilisesi gündüzleri bizim, geceleri yarasalarındı. Kilise, kırılan kutsallığıyla oyun yeri olmuştu bizim mahallenin çocuklarına. Oyun arkadaşlarım okul arkadaşlarımdı da aynı zamanda. Bir çoğuyla birlikte gidip geldik okula. Sabahları mis gibi kavrulan kahve kokusu sarardı bütün mahalleyi. Bir zamanlar Sabah Kahvesi vardı çünkü. Biz kahve içmezdik o yaşlarda ama daha o zamandan tiryakisi olmuştuk bir fincan kahvenin. Sonra döndük mü köşeyi bir kaç adım ilerleyince karşımızda Bakkal Çolakoğlu, İbrahim Amca. O ne kibar bir beydi öyle, yıllar geçmesine rağmen sesi halen kulağımda. Hep dane dane çıkardı ağzından sözcükler ve itinayla. Sonra Bakkal Yusuf. Kendisi değil ama eşi hatırımda, bir de evlerinin balkonundan aşağıya sarkan ilifler. Ahh, ne güzeldi o temiz mahalleler ve Girne Kapısı.
Babam evlatlarını büyütene dek hep çalıştı. Yeri geldi üç işte çalıştı. Hiç yoruldum dediğini duymamıştım meselâ, hatta o gün bile! Haftanın altı günü sabah ezanı okunduktan bir süre sonra kalkardı. Yola erken çıkan erken yol alır misali, dükkânımız açılırdı sabah altıda. İşler yoluna konulduktan sonra, günlük gazetelerini okumaya başlardı rahmetli. Gözlüklerden başını kaldırıpn da etrafa bakmamasına rağmen, ne olup bittiğinden hep haberdardı. Yürüken de öyle yürürdü, sağına soluna bakınmadan yani. Başı hep öne eğikti, içi dolu başaklar gibi... Kimbilir o koca adamın kaç fırtına koptu içinde ve neydi derdi, neydi içinde biriktirdikleri?
En az dört gazete okurdu günde. Zamanında okutamamış ailesi kendisini ama O, hiç pes etmemiş. “Hiç bir zaman geç değildir” diyerek liseyi kendi imkanlarıyla dıştan sınavlara katılıp öyle bitirmişti. Üniversite basamak sınavını ise, sadece 3 puanla kaybetmişti. Eğer başarsaydı hedefi ya hukuk ya tıptı. Ki yaşasaydı; eminim başarırdı...
Sevgili babam, bu günlerde seni anıyorum sana aşık bir kadınla. Sen de O’nu çok sevmiş miydin acaba? Öyle kırpışık kırpışık bakmış mıydın O’na da? Bana baktığı vakit gözlerimde seni buluyor sanki, ahh bu ne vuslatmış böyle... Keşke sen yaşasaydın da, yine dizdirseydin yaseminleri o nihavend kadına... Ben yine sevseydim seni paylaşmasını öğrenerek...
Cicili bicili kıyafetlerle giyidirilip, barbi bebekler gibi dolaşmayı sevmediğimden, senin bizden gittiğin bayramda tutturmuştum “Yeni bir giysi istemem, bir jean pantolon bir tişört yeter” diye... Ama sen tüm inadıma rağmen ısrar etmiştin, illa ki bayramlık yeni giysiler alınacak diye. Kıramamıştım seni. Bu isteğini yerine getirmek için abimle birlikte gitmiştik yeni giysi almaya. Zemini turuncu üzerinde ise siyah desenden çiçekleri olan hüzünlü bir giysi seçmiştim kendime. Parasını ödedikten sonra paketimizi alıp çıkmıştık mağazadan. Dönüş yolunda seni sevindirmek için dükkanımızın önünden geçelim demiştim abime. Sana yeni giysiler aldığımı söylemek istemiştim.
Ama olmamıştı! İlk kez seni öyle görmüştüm. Elin göğsündeydi, mavi gömleğinin üzerinde çok acın var gibi. Boncuk boncuk terlemiştin sıkıntıdan. O ağrılar içinde gidişin, son görüşüm olmuştu seni sevgili babam. “Korkma, babana bir şey olmayacak” diyenlere isyan ederek koşmuştum eve. Ne kahve kokusu duymuştum, ne bir şey görmüştüm eve varana kadar. Sadece koşmuştum bilinçsizce. Eve varınca ne yapacağını bilmez, çaresiz bir durumda hastahanenin telefonuna sarılmıştım. Acil’deki görevli, o acı haberi verince o noktada film kopmuştu birdenbire. Yıkıntıların arasında kalmıştım, kaç derece ateşte yandığımın farkına varamadan! İnanın, içimdeki depremi ölçemezdi Richter ölçeği bile... Bir travmanın ışıksızlığındaydım artık.
Ve ertesi gün, bayram! Yazgı denilen buysa isyan etmiştim yazılana ve bayrama! Ondandır bayramları nicedir sevmem, savaşın suçlusu egemenleri de...
(FACEBOOK – Betül ARSLAN – Haziran 2013)