“Öldürülen evlatlarının mücadelesini veren annelerin hikâyesi…”
AGOS
“Ufuk Erden’in yönetmenliğini üstlendiği, devlet eliyle öldürülen evlatların annelerini konu alan ‘O’nsuz’ belgeselini yönetmeni anlatıyor…”
Rupen Varjabedyan
Ufuk Erden’in yönetmenliğini üstlendiği, devlet eliyle öldürülen evlatların annelerini konu alan ‘O’nsuz’ belgeseli, ülkenin içinde bulunduğu olumsuz gündem nedeniyle hak ettiği değeri henüz bulabilmiş değil. Belgesel bugüne dek on iki yerli ve yabancı festivalde gösterilse de, dağıtım şirketiyle bazı anlaşmazlıklar sonucu asıl izleyici kitlesine bir türlü ulaşamadı. Proleter Yapım prodüktörlüğünde çekilen filmi, yönetmeni Ufuk Erden’le konuştuk.
*** Devlet eliyle öldürülen çocukların annelerinin bir gününe ilişkin belgesel çekmek çok zor bir iş, siz o aileleri nasıl ikna ettiniz?
Projeyi düşündüğümde yıl 2013’tü, ülkede her şey bugüne göre güllük gülistanlıktı, barış süreci vardı. Evlatlarını kaybeden anneleri o yıl içerisinde belirledik. 2014’te Vicdan Filmleri için bir kısa film hazırlamıştık. O film birinciliğe layık görüldü. Bunun üzerine Zeynep Özbatur’un derslerine katılacağımız altı aylık bir burs kazandık. Bir derste Zeynep hoca, ‘Kadınlara dair bir film yapsanız, ne çekersiniz?’ gibi bir soru sordu, 2013’ten kalma projeyi anlattım ve proje o soru üzerinden ete kemiğe büründü. Belgeselin çalışmalarına 2014’te koyulmuştuk, ancak çekimlere başlamamız Haziran 2015’i buldu. İlk çekimimizi de İstanbul’da, askerde öldürülen Sevag Balıkçı’nın annesiyle yaptık.
O dönem ilk seçimler bitmiş, ikinci seçimler henüz olmamıştı, dolayısıyla ülkede güzel bir hava hakimdi. Diyarbakır’a, Hatay’a gittik. Filmin çekimlerinin ardından bu güzel hava da sona erdi ve inanılmaz bir kaos ortamıyla karşı karşıya kaldık. Bu durum da, filmin izleyici kitlesine ulaşmasına engel oldu. Beraberinde sansür de geldi, gösterim konusunda ciddi sıkıntılar yaşadık. 2016’nın ilk yarısında bazı gösterim yerleri bulduk. Eylül’de Eğitim Sen’le Mersin, Antalya gibi şehirler için irtibat halindeydik, 15 Temmuz süreciyle maalesef bu gösterimleri de yapmak mümkün olmadı.
*** Projeyi ailelere anlattığınızda verdikleri tepki ne oldu? Bu projede yer almaya onları ikna eden ana etken neydi?
Bir yanda Roboski gerçeği var. Elbette o bölgede evladını kaybeden birçok aile var ancak hiçbiri Roboski kadar ağır değildi. Karadeniz’de Çernobil’i görüyorsunuz, Sivas Katliamı var... Belgeselde kimlerin olacağını seçerken, hep, farklı olaylarda evlatlarını kaybeden anneler olmasına dikkat ettik. Marmara bölgesinde çok fazla seçenek vardı ama Sevag Balıkçı’nın hikâyesini bildiğim için, Ani Hanım’la görüşmek istedim. Annelerle proje için konuşmaya giderken söylediğimiz ilk şey, niyetimizin, onların sıradan bir günlerini işlemek olduğuydu. “Biz sizin mücadelenizi göstereceğiz, devletin istediği gibi kös kös bir köşede oturmadığınızı, mücadeleye devam ettiğinizi göstermek istiyoruz” dedik, anneler de bunu önemsedi. Zaten anneler bizi görünce ne yapmak istediğimizi yüzümüzden, gözümüzden hemen anladılar. O yüzden hiçbiri olumsuz yanıt vermedi.
*** Belgeseldeki annelerin ortak noktası, devlet eliyle evlatlarını kaybetmiş olmaları. Bu isimleri seçerken başka hangi kriterlere dikkat ettiniz?
Sivas Katliamı olduğunda çok küçüktüm, yobazların böğürmeleri belleğimde yer etmişti. Roboski var, Diyarbakır’da kontrgerilla var, Akdeniz’de Gezi zamanında evladını kaybeden Emel anne var, bunlar zaten toplumun son dönemde yaşadığı en büyük olaylardı. Gerçi filmi yaptıktan sonra 20 küsur patlama daha oldu, hatta ‘O’nsuz 2’yi çevirsek mi diye bile düşündük. Ülke artık öyle bir hale geldi ki, 81 ilde evladını kaybeden 81 aile bulabiliriz.
Biz bu filmi farkındalık yaratmak, evladını kaybeden ailelerin bir günü böyle geçiyor, bu olaylar tekrarlanmasın demek için çektik ama daha film bitmeden Suruç, Ankara, Cizre, Sur ve İstanbul’daki patlamalarda ölenler oldu. Bizim için önemli olan annelerin acısı. Filmdeki annelerin etnik kökenine de o yüzden dikkat ettik. Filmde Kürt, Laz, Arap, Ermeni, Alevi, Sünni, Zaza anneler var. Hepsinin ortak noktası, yaşadıkları acılar.
*** Filmde diyalog olmaması da çarpıcı bir etki yaratıyor, bir nevi sessizliğin kendi çığlığını duyar gibiyiz. Belgesel, bu amaçla mı diyalogsuz?
Sessizlikle birlikte evrensel bir dil yakalamak istedik. ‘O’nsuz’, son olarak Endonezya’daki bir film festivalde gösterildi. Festival yönetimi bize bir mail attı, Endonezya’da bir annenin, benzer bir şekilde evladını kaybettiğini, kadının çok ağladığını ve film sonrasında uzunca bir süre oturduğu yerden kalkamadığını söyledi. Biz bu mailden çok etkilendik. Dünyanın her tarafına yayılabilmek adına çok fazla kelimeye başvurmadan, annelerin acısını göstermek mümkünmüş. Film, Güney Afrika’da da gösterildi, bu yüzden evrensel bir dil yakaladığımızı söyleyebilirim.
*** Gösterimlerde sıkıntılar yaşadığınızı söylediniz, bu konuyu biraz açabilir misiniz?
Uluslararası festivallere başvuramıyoruz, çünkü artık çok ciddi rakamlara ön eleme koyuyorlar, bizim de bütçemiz buna müsait değil. Sponsor da bulamadığımız için birçok festivali kaçırdık ama yine de Türkiye ve yurtdışında on iki festivalde yer aldık. Yanılmıyorsam belgesel, Arjantin’de de bir festivalde gösterildi ama bunlar daha çok öğrenciler için düzenlenen ve ücretsiz gösterilen festivaller.
Burada da gösterimlerin olması için çok uğraştık, dağıtım şirketlerine gittik ama maalesef mümkün olmadı. Ülke gündemi olumsuz olduğu için çok korkuyorlar, İstanbul’da Ataşehir, Kadıköy, Maltepe, Beşiktaş, Şişli gibi belediyelere gittik, onlar da Doğu’daki annelerin varlığından ötürü bir tedirginlik içindeler. Bu belediyelere iki-üç kez gittik, kapılarında bekledik, mailler attık ama hiçbir olumlu cevap alamadık.
*** Belgeselde ailelerin yaşadığı bir günü görüyoruz. Kamera karşısında olmaları, sıradan yaşadıkları bir günden ne kadar farklı bir durum yarattı?
Kamera karşısına geçtiklerinde, onlara sinematografik anlamda hiçbir şey yaptırmadık, “Şuraya geçin”, “Şunu yapın” gibi komutlarımız olmadı. Ani Hanım Kamp Armen’e gidiyordu, yine gitti. Soma’da her ayın 13’ünde bir yürüyüş oluyordu, çekimleri o yürüyüş esnasına denk getirdik, mizansen bir şey kurmadık. Çekimlerin hepsi çok zorlu geçti elbette, zaman zaman sıkıntılı anlar yaşandı. Filmi bitirdikten sonra psikolojik destek aldık. Son olarak Soma’yı çekmiştik, Soma faciasından sonra geride 430 öksüz çocuk vardı. Çekim sırasında çocuklar hep yanımıza geliyor, sarılıyordu. Daha iki yaşında bu çocuklar, belli ki babasını özlüyor. Böyle olunca biz de sinemadan uzaklaştık ve çok duygusallaştık. Profesyonellik hiç mümkün olmadı, bu durum da sinema diline kötü yansıdı, bazı sahnelerin tekrar çekimlerini alsaydık görüntü açısından daha iyi olabilirdi belki, ama onu da çok etik bulmadık açıkçası.
(AGOS – Rupen Varjabedyan - 31.12.2016)
PRESSHABER
“O”nsuz: “Türkiye'den yedi farklı bölgede evladını kaybetmiş yedi annenin filmi…”
Yönetmen Ufuk Erden, Türkiye’nin yedi bölgesi ve kültüründen, evladını yitirmiş yedi farklı annenin bir günlük yaşamlarını konu alan belgesele imza attı.
O’nsuz adlı belgeselde Madımak Oteli’nde çocuğunu kaybeden Yeter Sivri’den Roboski’ye, Gezi Parkı eylemlerine kadar, Türkiye toplumsal hayatında derin kırılmalara neden olan yedi farklı olay da ele alınıyor aynı zamanda.
“Sistemin tüm engellemelerine, baskısına ve sansürüne rağmen yazılan her kitap, edebi eser, sinema, tiyatro, müzik yani kısaca sanatsal her üretim O’nsuz yaşamak zorunda bırakılan ailelerin ama en çok annelerin sesidir” diyen Ufuk Erden, “Bunu belgelemek, belleklerde taze tutmak, görmezden gelmemek bağımsız bir sinemacı adayı olarak görevdir diye düşünüyorum. Umarım yaşanan bu acılar, bu gözyaşları hemen biter ve gelecekte benim gibi kendisini bunu belgelemeye adayacak sinemacılar hiç olmaz. Kameralarını aşka, doğaya, sevince, mutluluğa, dostluğa, kardeşliğe ve barışa yöneltir…” ifadelerini kullandı.
O’nsuz adlı belgeselde yer alan öyküler ise şöyle:
Ani Balıkçı: Biricik oğlu Sevag Şahin Balıkçı Batman Kozluk’ta vatani görevini tamamlamasına sadece yirmiüç gün kala Ermeni Soykırımı Anma Günü olarak belirlenen 24 Nisan 2011 tarihinde vurularak öldürüldü. Olayın 24 Nisan’da meydana gelmesi, tüfeğin emniyetinin açık olması, önce şakalaşırken oldu denilip sonra da kaza sonucu olduğu söylenmesi üzerine olay yerine gelen aile katili de gördüğünde kaza olmadığını anladı. Emekli öğretmen Ani Anne yıllardır mahkeme köşelerinde başka Sevagların da öldürülmemesi adına mücadelesini sürdürüyor ve artık adalet istiyor…
Dilşah Özgen: Bir oğlunu dağda, bir oğlunu da yaralı olarak getirildiği hastanede işkencede kaybetti. Bir de üzerine yetmişüç yaşındaki astım hastası eşi doksanlı yılların kaçır, öldür ve kaybet taktiğini uygulayarak binlerce kişiyi öldüren beyaz toroslu kontrgerillaya kurban gitti. Evi tam üç kez yakıldı, bombalandı. Kalan biricik oğlu işkencelerden geçirildi, yıllarca hapishanede yattı. Dilşah Anne bir yandan her yeni çıkan toplu mezarda umutla sevdiklerinin kemiklerini ararken, diğer yandan tüm yaşadıklarına rağmen Barış Annelerinin sözcülüğünü ve inadına “aşiti” -barış- demeye devam ediyor.
Emel Korkmaz: Eskişehir’de İngilizce Öğretmenliği birinci sınıf öğrencisi oğlu Ali İsmail Korkmaz yasal protesto hakkını kullanarak Gezi Parkının yıkılmasına tepki gösterdiği sırada, sivil polis ve faşistler tarafından hain bir pusuya düşürülerek sopalarla feci şekilde darp edildi. Gittiği hastanede ilgilenilmediği için durumu ağırlaşan ve tam otuzsekiz gün komada direnen Ali İsmail öldüğünde sadece 19 yaşındaydı. Yargılama sonunda katillerden ikisine sadece 10 yıl, üç tanesine de 3 yıl ceza verildi. Emel Anne toplumun geleceği için özgür düşler kuran oğlu adına kurulan Ali İsmail Korkmaz Vakfı’nda diğer evlatlarının arasında kendisini biraz da olsa iyi hissediyor.
Gülsüm Çolak: Oğlu Uğur Çolak Türkiye’de en çok can kaybı yaşanan ve dünya maden kazaları tarihine geçen tam 301 kişinin öldüğü Soma Maden Faciasında yirmialtı yaşında yaşamını yitirdi. Uğur öldüğünde geride 1.5 yaşındaki İsmail Ayaz ve henüz 5.5 aylık olan Ulaş Bereket yetim, çocukluk aşkı 21 yaşındaki Duygu da dul kaldı. Gülsüm Anne tüm baskı ve sindirmelere karşı inatla sorumluların peşini bırakmıyor ve sadece kendi torunlarının değil katliamdan sonra yetim kalan diğer 430 yetim çocuk içinde adalet mücadelesini sürdürüyor.
Hüsniye Koyuncu: Müziği, duruşu ve kişiliğiyle genç yaşlı demeden milyonların sevgisini kazanan sanatçı oğlu Kazım’ı 25 Haziran 2005’te öldüğünde henüz otuzüç yaşındaydı. 1986 yılında yirminci yüzyılın ilk büyük nükleer kazası Çernobil Faciası üzerinden yıllar geçmesine, dönemin cumhurbaşkanının “Biraz radyasyon kemiklere faydalıdır” başbakanının “radyoaktif çay daha lezzetlidir” dediği ve bir bakanın kameralar önünde inadına çay içmesine rağmen yıllardır Karadeniz’de ve özellikle Hopa’da kanser ölümleri hiç bitmiyor. Hüsniye Anne Hopa’ya Onkoloji hastanesi açılması ve güzelim Karadeniz doğasının katledilerek Nükleer Santrali yapılmaya çalışılmasına karşı mücadelesini sürdürüyor…
Leyla Encü: 2011 yılında yeni bir yıla sadece üç gün kala Roboski’de çoğu çocuk 34 kişi Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından F16 uçaklarıyla bombalanarak katledildi. Kaçakçılıktan taşıdıkları mazot için 60TL kazanacaklardı. Tüm araştırma, soruşturmalara ve bazı siyasilerin timsah gözyaşları döküp sorumluların yakalanacağına dair söz vermelerine rağmen henüz hiçbir sorumlu bulunamadı. Leyla Anne daha ondokuz yaşında kaybettiği oğlu Şervan ve katliamda öldürülen diğer akraba ve köylüleri için yıllardır adalet arıyor ve Roboski Müzesi yapılması için mücadelesini sürdürüyor.
Yeter Sivri: 2 Temmuz 1993 günü gözü dönmüş, kana susamış onbinlerce kişinin Madımak Otelini ateşe vererek hunharca öldürdüğü iki otel çalışanı ve otuzüç misafirin içinde biricik kızları Asuman ve Yasemin’ini de kaybetti. Aileler yıllarca süren davalarda fiili ve sözlü tacizlere uğradılar. Sanık avukatları iktidar partisince milletvekili olarak meclise girdiler. Dava zamanaşımına uğradığında ülkenin Başbakanı “Hayırlısı olsun” dedi. Yeter Anne duvarında kızlarının ve diğer ölenlerin adlarının yanında iki katilinde isimlerinin de bulunduğu adına Bilim ve Kültür Merkezi denilen yerin Utanç Müzesi olması adına mücadelesini vermeye devam ediyor…
(PRESSHABER – Mart 2016)