1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Oligarşi mi? Eşitlerin Siyasi Yönetimi mi?
Oligarşi mi? Eşitlerin Siyasi Yönetimi mi?

Oligarşi mi? Eşitlerin Siyasi Yönetimi mi?

Oligarşi mi? Eşitlerin Siyasi Yönetimi mi?

A+A-

 

Mustafa Öngün
[email protected]


Kapitalizm kapıya dayanmışken bazılarımız belki komünizmi getirme veya kapitalizmi yıkma mücadelesi verecektir. Bu mücadeleye saygı duymak bir yana, var olan koşullar içerisinde Kıbrıs'ın kuzeyi için iki gerçekçi tercih olduğunu düşünmemek de elde değildir doğrusu: ya kapitalist oligarşi, ya da sosyal adalete dayalı bir siyasi anlayışın yönlendirdiği kapitalizm.

Bizi bekleyen süreçte bu tercihlerden ikincisini seçmek ve bunun için mücadele etmek de en az komünizm veya sosyalizm mücadelesi vermek kadar önemli olacaktır. Dahası, merkez sol diye bir şeyin herhangi bir anlamı olacaksa, ikinci seçeneği, yani sosyal adaleti temel almış bir siyaseti gerçekleştirme mücadelesi içinde olacaktır. Tam da bu nedenle, bu yazı oligarşik kapitalizm derken ne anlatmak istediğimi ve merkez solun bu tür kapitalizmi neden ve nasıl reddetmesi gerektiği üzerine yoğunlaşacaktır. 

Oligarşi ve Politik Yönetim

Aristoteles, politik yönetimin “eşitlerin yönetimi” olduğunu söyler (Politics, 1255b20). Onun seksist ve hatta ırkçı düşüncelerini bir yana bırakacak olursak, bu sözle oldukça önemli bir şey anlatmaya çalışıyor olduğunu göreceğiz. Aristoteles burada bize politik yönetimin temelinde, toplumun parçası olan bireylere eşit mesafede durduğunu (veya durması gerektiğini) söyler. Ancak bunu derken sanılanın aksine ne bireysel haklardan ne de bireylerin eşit ölçüde her şeyi hak ettiğinden dem vurur. Burada belli bir yönetim biçiminden; yasaları, kuralları ve değerleri oluştururken ortak iyiyi gözeten bir yönetimden bahsetmektedir.

Bir zümrenin, sınıfın veya kişinin çıkarlarına yönelik kurallar ve değerler üretmek siyasi yönetimin ürünü olamaz. Olsa olsa oligarşik yönetimlerin ürünü olabilirler. Çünkü oligarşide toplum yoktur; kişiler, aileler, elitler ve onların çıkarları vardır. Siyasi yönetim için durum farklı olmak durumundadır. Toplumu bir bütün olarak ele almalıdır. Yasalardan, değerlerden ve refahtan bir bütün olarak toplumun yaralanmasına vesile olmalıdır. Aristoteles için toplumu yönetenler, sadece belli bir kesimin yararlandığı kuralların ve değerlerin oluşturulması durumunda toplumun ileriye değil geriye gideceğini çok iyi bilmelidirler. 

Kısacası Aristoteles'in siyasi yönetimden anladığı herkesin doğuştan eşit olduğu, herkesin her şeyi eşit ölçüde hak ettiği gibi popüler anlayışların hiçbiri değildir. Onun eşitlikten anladığı toplumun bir organizma gibi bütün olduğu ve yöneticilerin böyle bir organizmayı yönettiklerinin bilincinde olmasıdır. Bu organizmanın yönetiminde belli kesimlerin görülmemesi, dışlaması veya tam aksine gerektiğinden daha fazla görülmesi veya ön plana çıkması organizma için hiç de iyi olmaz. Tıpkı organların her birinin insan vücudu için eşit ölçüde önemli olması gibi siyasi yönetim için de her zümre ve kesim eşit ölçüde önemli olmalıdır.

Çağdaş Aristotelescilerden MacIntyre, modern kapitalist toplumların birçoğunun ve özellikle Amerika'nın giderek birer oligarşiye dönüştüğünü söylerken buradan hareket etmektedir. Ona göre bu toplumlardaki yönetim biçimi ortak iyiyi gözeterek değil, belli sınıfların ve kişilerin çıkarlarını gözeterek gelişmektedir. MacIntyre bu görüşünde pek de haksız sayılmaz. Özellikle gelir dağılımını temel aldığımızda ABD'deki yönetim biçiminin belli kesimleri koruyan, kollayan ve önünü açan bir şekilde icra edildiğini gözlemlemek hiç de zor değildir. Örneğin 2005'de nüfusun %1'lik bir dilimi, toplam ulusal gelirlerin %21'ini elde etti.

Bugünkü durum 2005 yılındaki durumdan daha da vahimdir. Örneğin ABD'nin en büyük süpermarket zinciri Wal-Mart'ın sahipleri yılda ortalama 90 milyon dolar kazanırken popülasyonun alt tabakasını oluşturan %30'luk bir kesimin tümü toplamda 90 milyon dolar kazanamamaktadır (bknz, Judt, 2010). Benzer ve hatta daha vahim tabloları İngiltere, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelerde de görmek pekâlâ mümkündür. Görünen o ki, bu toplumlarda ekonomik paylaşımla ilgili kurallar ve değerler toplumun geneline yarayacak biçimde oluşturulmuyor. Bu da onları eşitlerin politik yönetiminden ziyade birer oligarşiye dönüştürüyor.

Bazı okuyucular, belki benim Amerika'yı yeni keşfettiğimi, kapitalizmin zaten eşitsizlikler üzerine kurulu olduğunu ve bu yüzden bu tabloda şaşırılacak veya yeni olan bir şey olmadığını düşünebilirler. Evet, burada pek de yeni bir şey yoktur. Fakat bu noktaya parmak basmanın nedeni okuyucuya farklı kapitalizmlerin olduğunu ve bu farklı kapitalizmlerin toplumun geneli için önemli bazı sonuçlar barındırdığını göstermektir.

Aşağıda anlatacağım gibi gelir seviyesindeki eşitliklerin toplumda artması beraberinde birçok başka problemi de getirmektedir. Mesele sadece birilerinin zengin birilerinin de fakir olması değildir. Yapılan çalışmalar göstermektedir ki suç, ruh hastalıkları, bireyler arasında güvensizlik, sağlıksız yaşam, madde bağımlılığı ve benzeri birçok sosyal sorun, gelir seviyesi eşitsizliklerinin artışıyla eş orantılı olarak artmaktadır. Diğer bir değişle oligarşik kapitalizm beraberinde birçok sosyal problemi getirirken, sosyal adaleti merkezine almış bir siyasi yönetim bu problemleri mümkün olabildiğince azaltmaktadır. Yazının başında bahsettiğim iki seçenekten birini seçmek ve bunun için mücadele etmek ise tam da bu yüzden gereklidir.

Gelir Seviyesi Eşitliği Önemli mi?

Bu noktada gelir seviyesi eşitliğini artırmak neden bu kadar önemlidir diye sorulabilir. Eğer kapitalist bir ekonomiden bahsediyorsak, önemli olan insanların cebine daha çok para girmesi (yani ekonomik büyüme) değil midir? Ekonomik büyümeye odaklanmak dururken neden alt kesimlerle üst kesimler arasındaki farkların giderilmesine yoğunlaşalım gibi sorular karşımıza çıkabilir. Nitekim TC elçiliğinin programları, söylemleri ve önerileri de bu yöndedir. Yani ekonomik büyümeye odaklanmamız gerektiği vurgulanırken, gelir seviyesi eşitsizliklerinin nasıl azaltılacağı ve hatta azaltılması gerektiğine yönelik neredeyse hiçbir vurgu yoktur. Ekonomik büyüme herkes için iyi olan ortak iyi olarak anlaşılmaktadır. Oysa gelir seviyesi eşitliklerinin ekonomik büyüme ve hatta ondan daha önemli olduğu açıktır.

Bunu en iyi açıklayan bilimsel çalışmalardan biri Wilkinson ve Pickett tarafından yapılmıştır. Bu araştırmaya göre gelir seviyesi eşitsizlikleri artığı zaman, ekonomi büyüme gerçekleşse bile, birçok sosyal problem artmaya başlamaktadır. Öncelikle eşitsizlikler artıkça toplumun genelinde şiddet kullanımı artmaktadır - hem de ekonomik büyüme gerçekleşse dahi (Wilkinson ve Pickett, 2010). Aynı şekilde gelir seviyesi eşitsizliklerinin arttığı yerlerde, genel olarak insanların cebine daha fazla para girmesine rağmen, birbirlerine olan güvenleri azalmaktadır. Eşitsizliklerin en fazla olduğu ABD gibi ülkelerde yaşayan insanların sadece %15’i diğer insanlara güvenebileceğini düşünürken, eşitliğin göreceli olarak üst seviyelerde olduğu Finlandiya ve Japonya gibi ülkelerde ise bu oran %60’a çıkmaktadır. 

Gelir seviyesi eşitsizliğin fazla olduğu toplumlarda hapishane popülasyonunun da arttığı görülmektedir. Örneğin, ekonomik büyüme bağlamında pek farklılık göstermeyen Japonya ve Amerika’yı karşılaştırdığımızda, Amerika’nın insanları Japonya’dan 14 kez daha fazla hapse attığını gözlemleriz. Wilkinson ve Pickett’e göre bunun nedeni ABD’nin Japonya’dan çok daha fazla gelir seviyesi eşitsizliğine sahip olmasıdır (2007; 2010). Dahası, eşitlikçi toplumlarda bireylerin daha sağlıklı olduklarını söylemek de mümkündür. Aynı ölçüde veya çok az farklılıklarla ekonomik büyüme gösteren iki toplum arasındaki sağlık problemlerine baktığımızda, daha çok gelir seviyesi eşitliği olan toplumda her zaman daha az sağlık problemi olduğu ortaya çıkmıştır (Wilkinson ve Pickett, 2007).

Eğitimde de aynı tablo belirmektedir. Daha eşitlikçi ülkelerde çocuklar daha başarılı olmaktadırlar. İngiltere ve ABD eğitime Finlandiya’dan daha fazla para harcamasına ve genel olarak 2008’e kadar daha çok ekonomik büyüme göstermesine rağmen eğitimde Finlandiya’dan çok daha başarısız olmuşlardır (OECD, 2011). Wilkinson ve Pickett’in verilerine bakacak olursak, bu başarısızlığın sebebi İngiltere ve ABD’deki yüksek eşitsizlik düzeyleridir.

Burada açık bir şekilde iki tür kapitalizm karşımıza çıkmaktadır. Birincisi ekonomik büyümenin toplumun üst tabakalarında toplandığı ve bunun sonucunda suçun, güvensizliğin, eğitim ve sağlık hizmetlerinde başarısızlığın, obezitenin ve daha birçok sorunun arttığı bir oligarşi. İkincisi ise eşitsizliklerin mümkün olduğunca azaltıldığı daha güvenli, eğitimli ve sağlıklı bir politik yönetimin iktidarındaki kapitalizm.


Peki biz hangi yoldayız?

Kapitalizmi sosyal adalet anlayışı içinde düzenlemeyi başaran ülkelerin (özellikle İskandinav ülkelerinin) ne yaptığına baktığımızda, oldukça ilerici ve şeffaf vergi politikaları geliştirmeyi başardıklarını görürüz. Ekonomiyi kayıt altında tutmayı, üst gelir elde edenlerden yüksek vergi almayı ve böylece refahı bölüştürmeyi en iyi şekilde başaran İskandinav ülkeleri, gelir seviyesi eşitsizliklerinin en az olduğu ülkelerdir (Wilkinson ve Pickett, 2010). Bizim ise vergilendirme gibi bir hayati konuda ne yaptığımız veya yapacağımız henüz net değildir. Bu bulanıklık ise oligarşik kapitalizm yolunda olduğumuza işaret etmektedir.
Yine aynı şekilde, TC’nin önümüze koyduğu ekonomik büyüme şiarını bölüşüm odaklı sosyal adalet politikaları ile takviye edemezsek, gideceğimiz yer yine oligarşik kapitalizmdir.

Sonuç olarak merkez sol hangi yolu seçeceğini belirlemelidir. Oligarşi mi eşitlerin yönetimine dayalı bir siyasi iktidar mı? Eğer cevap eşitlerin yönetimine dayalı siyasi iktidar ise, sol, vergi başta olmak üzere çeşitli sosyal politikaları içeren pratik bir proje geliştirmelidir. Bunu yapmadıkça merkez sol olarak tarihi görevini yerine getiremeyecektir…

------------------------------


Referanslar

Judt, T. (2010). Ill Fares the Land. London: Penguin.

Strong Performers and Sucessful Reformers in Education: Lessons from PISA fort he United States, OECD, 2011.

Wilkinson, Richard & Pickett, Kate, (2010). The Spirit Level: Why Equality is Better for Everyone. London: Penguen

Wilkinson Richard & Pickett Kete, (2007). The problems of relative deprivation: why some societies do better than others. Social Science and Medicine, doi:10.1016/j.socscimed.2007.05.041.

Bu haber toplam 2126 defa okunmuştur
Gaile 237. Sayısı

Gaile 237. Sayısı