1. YAZARLAR

  2. Sinan Dirlik

  3. OLMUYOR ARTIK…
Sinan Dirlik

Sinan Dirlik

OLMUYOR ARTIK…

A+A-

 

Çorlu’da yaşanan feci tren kazasının hangi tarihte gerçekleştiğini, kaç kişinin hayatını kaybettiğini google’a bakmadan bir çırpıda hatırlıyor musunuz?

Suruç’ta sınır ötesindeki savaşa insani yardım götürmek üzere toplanan gençlerin üzerine bomba atıldığında kaç kişinin öldüğünü ve bu katliamın ne zaman yapıldığını?

Ankara’da miting alanına giren canlı bombanın kaç can aldığını ve tam olarak tarihini?

Aladağ’da yanan kız yurdunda kaç çocuğun can verdiğini ve tarihini?

Peki ya İstanbul Ortaköy’de yılbaşı kutlaması için eğlenenlere yapılan saldırıda kaç kişinin öldüğünü?...

Uzadıkça uzayacak bu liste için zihninizi zorlamayın… Çoğunu hatırlamakta güçlük çekeceksiniz…

Ama her biri gerçek birer kıyamet, gerçek birer trajedi olan bunca olayın en sıcak anlarında verdiğiniz tepkiyi hatırlamaya çalışın lütfen… Hani o her olayda yüreğinizi sıkıştıran, göz yaşlarına boğan, öfkeyle içinizi kavuran o anlık, o saman alevi tepkiyi…

Karşılaştığımız şiddetin dozu ve sarsıcı gücü arttıkça unutma süremizin kısaldığını, buna karşılık her seferinde sarsılma derecemizin moda deyimle “level atladığının” farkındayız hepimiz… Maruz kaldığımız dehşete paralel olarak, tahammül ve normalleştirme kapasitemiz artıyor… Farkındayız bunun… Sadece o dehşetin “izleyicisi olduğumuz için” tabii ki ayıp olmasın diye içimizden şükrediyor, bir gün kendimizin ya da bir yakınımızın o dehşet sahnelerinden herhangi birinde “ismi sayılanlar” arasında olmaması için dua ediyoruz…

Her biri kendi başına birer kıyamet olan bunca trajediyi bu kadar kolay “kaldırabiliyor olmamızın” sırrı aslında evimizin, sokağımızın, kentimizin içinde… Her gün dozu ağır ağır artırılan şiddetle karşılaştıkça şiddet “çıtamız” yükseliyor… Şiddet çıtamız yükseldikçe midye gibi, kaplumbağa gibi, hadi dilimin ucuna geleni söylemekten kaçınmayayım, birer hamam böceği gibi inimize, evimize, içimize kapanıyoruz.

Bunca yalnızlaşmamız, bunca içe dönmemiz, çevremizde olup bitenlerden, sosyal meselelerden bunca kopmamız bundan aslında… Korkuyoruz… Bir trajedinin “nesnesi” olmaktan korktukça, kendi trajedimizin, yalnızlaşmamızın kıvamını daha da koyulaştırıyoruz… Ve sevmiyoruz bu halimizi aslında… Sevmediğimiz bu halimizle hırçınlaşıyoruz. Hırçınlaştıkça sevimsizleşiyor, sevimsizleştikçe yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça sığlaşıyor, kabalaşıyor, hırçınlaşıyoruz…

Güvenmiyoruz kimseye… Herkesi sahip olduğumuz her şeyin düşmanı olarak gördükçe güvensizliğimiz daha da katlanıyor. Güvensizliğimiz korkularımızı, korkularımız sevgisizleşmemizi, sevgisizleşmemiz yabancılaşmamızı, yabancılaşmamız korkutularak yönetilebilmemizi kolaylaştırıyor… Korkularımızı yönetiyorlar ve aslında buna biz izin veriyoruz… Yumruklarımız o denli sıkılı, dişlerimiz o denli kilitli, yüreklerimiz o denli mühürlü, gözlerimiz o denli yumulu ki bizi bu cendereden çıkarabilecek gönül esnekliğini, şefkat ışığını, dostluğun ve dayanışmanın o tüm buzları eriten sıcaklığını, bizi çekip ayağa kaldırabilecek uzanan eli göremiyor, hissedemiyoruz…

Bizi insanlığımızdan uzaklaştırdığını, içimizdeki korku ve güvensizlik kemirgenini biraz daha büyüttüğünü sezgisel olarak bildiğimiz her yeni kıyamette, çığlığımız bundan biraz daha yüksek kopuyor ağzımızdan… Sözlerimiz bundan biraz daha büyüyor her seferinde… Başedebilme, hesap sorabilme, mücadele edebilme kapasitesi azaldıkça, sözler irileşiyor, büyüyor çünkü…

Sığlığımızı, çaresizliğimizi sosyal medya hesaplarında iri iri sözleri savurarak, her gün biraz daha kabalaşıp küstahlaşarak örtmeye çalışsak da olmuyor artık…

Her olayda vicdanımızı rahatlatacak birkaç sözü ortalığa salıp, birkaç sözde dayanışma gösterisi yapıp biraz daha örselenmiş olarak “yola devam etmeye çalışsak da” olmuyor artık…

İçinde debelendiğimiz bu kolektif cehennemin, her birimizin kendi kıyametinin toplamı olduğunu, her birimizin birbirimizin cehennemine odun taşıdığımız bu ortak cehennemden bir çıkış yolu varsa, onun da ancak kendi kabuğumuzdan, inimizden, deliğimizden çıkıp yeniden birbirimizin yarasını onarmaktan, sağaltmaktan, kucaklaşmaktan, birlikte yürümekten geçtiğini bir an önce keşfedemediğimiz sürece de olmayacak…

Belki müziğin sesini biraz açtığımız için öfkeli bir komşunun bıçak darbesiyle, belki eteğimizin boyunu ya da küpemizi sevmeyen bir adamın saldırısıyla, belki alışveriş yaparken ya da bir parkta otururken bir müridin üstüne cihad aşkıyla giydiği bombalarla, belki harcanmış hayatını kendince yüksek bir davaya adayarak değerlendireceğini uman bir kayıbın silahıyla, belki ay sonunu getiremeyen bir adamın kıskançlık nöbetiyle, belki saf kötülüğün cisimleştiği bir ruhun akılları zorlayan saldırısıyla… Belki tasarruf tedbirleri nedeniyle basit bir önlem alınmadığı için, belki devletin canını sıktığımız için, belki dev şirketlerin gözünü bürüyen sınırsız kâr hırsı yüzünden…

Her nasıl olursa olsun… Ya her birimiz kendi deliğimizde tek tek birer hamam böceği gibi imha edilmeyi bekleyeceğiz korkuyla, ya deliğimizden çıkıp birlikte yürümeyi, yeniden birlikte direnmeyi denemeyi öğreneceğiz…

Yoksa… Olmuyor, olmayacak artık… Buraya kadar!...

 

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 7181 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar