1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Ölüm binasında “tuğla” olmak yerine, yaşamı inşa etmeyi seçen emekçilere…
Ölüm binasında “tuğla” olmak yerine, yaşamı inşa etmeyi seçen emekçilere…

Ölüm binasında “tuğla” olmak yerine, yaşamı inşa etmeyi seçen emekçilere…

Ölüm binasında “tuğla” olmak yerine, yaşamı inşa etmeyi seçen emekçilere…

A+A-

 

Aslı Murat
[email protected]

“Militarizm, bütün insan ilişkilerinde tahakkümü ve sistematik şiddeti meşru gören, olumlayan, toplumun bütün dokularına sinmiş bir hastalık. Bu yüzden insanlık özgürlük arayışında militarizmle hesaplaşmak zorunda.”
Tayfun Gönül

Askeri nitelikteki harekâtlar neticesinde, toplumların yüreklerine ızdırap tohumları ekilir. Ortalık sözde derlenip toparlanacakken, tümüyle acıya kesilir. Yaşanan kayıplar, ölümler ve vücutlarda hayatın sonuna kadar taşınacak yaraların nedeni, rasyonel bir şekilde dökülür iktidarın dudaklarından. Onlara göre her acı; vatan toprağını düşman zehirinden korumak için zaruri olarak atılan adımların kahramanlık kokan sonuçlarıdır. Hâlbuki sevdiklerimizin gözündeki pırıltıda hissettiğimiz huzur, ne bayrak ne millileştirilmiş toprak parçası tarafından geri getirilebilir.

Kıbrıs adasında yaşayan insanların, bu gibi acıları tecrübe ettiği yıllar yakın geçmişe aittir. Gerek ordular gerekse militer grupların yaşattığı yıkıntının etkileri hâlâ hissedilir. Militarist öğeler temelinde şekillenen toplumsal özellikler, silahlı çatışmaları belli koşullar çerçevesinde normalleştirir. Böylece üretilen düşmanlıklar aracılığıyla, toplumu oluşturan bireylere farklılığa karşı tetikte olmaları gerektiği öğretilir.

Militarizm savaş meydanları veya askeri karargâhlar ile sınırlı değildir. Toplumsal yaşamımızda eğitim ve aile kurumlarında kurulan şiddet hattı, çeşitli karşıtlıklar üzerinden örülür. Bu anlamda erkek egemen sistemdeki en temel ikiliklerden olan “kadın – erkek” cinsiyet rolleri, militarizmin cinsiyetçi yapısını gözler önüne serer. Bilimkurgu romanlarından fırlamış bir cümle gibi duyulan “her Türk asker doğar” sloganı ve ergenlik döneminde hafif uçarı olan gençlerin, askere gidince “adam” olacağı inanışı herkesin malumudur. Ordu içerisinde meşruiyet zemini kazanan şiddet, sıcak çatışmaların yaşanmadığı sulh dönemlerinde de kadınlara yönelik olarak uygulanmaya devam eder. Dünya’nın pek çok yerinde anti-militarizm mücadelesi yürüten feministler, vicdani ret hareketlerindeki milliyetçilik, militarizm ve kapitalizm eleştirilerinin, cinsiyetçiliği de içermesi gerektiğini vurgularlar.

Bahsi geçen militarizasyon sürecinde, eğitim araçları paha biçilmez bir öneme sahiptir. Barış kültürünü yaygınlaştırmaya zemin hazırlayacak sosyal tarih anlayışından ziyade, önünde “milli” kelimesi bulunan tarih derslerinde zihinler ehlileştirilir. Kanlı bedenlerin saygısızca sergilendiği fotoğraflar ve şehitliklerde ise kimlikler millileştirilir. Askerlik çağına gelen erkek vatandaşlar, “makul vatan evladı” sayılmak adına, ordunun çeşitli kademelerinde biçimlenip tek tipleştirilir.

Öncelikle tahayyül edilen bir millet üzerinden kimlik tanımlamaları yapılır. Tıpkı memleketleri birbirinden ayıran dikenli teller gibi, diğer milletlerden ayrılmamız için özenle seçilir bizi temsil eden değerler. Aidiyet kurduğumuz milli kimlikler, gurur verici ve kusursuzdur. Ötekiler mi? Düşman, gerekli durumlarda temas kurulması ve asla güvenilmemesi gereken gruplardır. Özellikle en yakındakiler (hatta bölünmüş bir şehrin diğer yakasında yaşayanlar), “mahrem vatan toprağımıza” girip huzurumuzu bozabilme ihtimalleri daha kolay olduğu için, öfke nesnesi hâline getirilir.

Savaşlarda hayatını kaybedenler ve onlar için yakılan ağıtlar, “kutsal şehitlik” kisvesi altında gayriinsani bir şekilde tanımlanır. Annem, babam, kardeşim ve sevgilim artık milletin malı olur. Ancak iktidar gözlüğü çıkarılırsa, görüntünün anlamı değişebilir: Herhangi bir devlet veya ekonomik çıkar, öldürülen bir insanın hayatından daha değerli değildir.

Tolstoy ordudan ayrıldığı dönemde yaşadığı süreci aktarırken, zorunlu askerlik deneyimini, yıkılmaya yüz tutmuş izbe bir binaya benzetir: “Duvarlar dökülüyor; kirişler tutturur. Tavan aşağıya bel vermiş, bir çatı daha inşa eder. Kirişlerin arasından kalaslar fırlıyor; yeni direklerle destekler. Sonunda ortaya çıkan, ayakta duran ama içinde yaşaması imkânsız bir evdir. (…) Zorunlu askerlik hizmeti, devletlere bütün sistemi ayakta tutmak için gereken şiddetin nihai sınırıdır. Tebaası içinse itaatin nihai sınırıdır. Duvarları ayakta tutan kemerin hayati tuğlasıdır. Söküldüğünde bütün bina çöker” .

Haluk Selam Tufanlı Tolstoy’dan yıllar sonra, itaatkâr bir “tuğla” olmak yerine, savaş hazırlıklarının yapıldığı seferberlik görevine gitmeyi reddeder. Buna bağlı olarak, devletin “yasalara aykırı” olarak nitelendirdiği sivil başkaldırı eylemine dair yasal süreç başlatılır. Haluk, yıkılmaya yüz tutmuş ve bu sebeple varlığının sadece tehlikeye neden olduğu bir kuruma hizmet etmeyi zül addettiğinden mahkûm edilir.

“Yetki belgelerimizi yakıyoruz sokaklarda

Mor küllerini savuruyoruz.

Çok mutluyuz.

Eksenimiz yok, kolonlarımız çatlak

Kömürlük penceresi dilinde yazıyoruz

Ete yapışmış siğil dilinde

Kuyruğu kesik kedi dilinde

Kırmızı tırtıl dilinde

Bulabildiğimiz ve bilebildiğimiz dillerde yazıyoruz.

Bu diller bizim!”

Ölüm yerine yaşamı savunan ve “yetki belgesini yakıp kırmızı tırtıl dilinde” yazan bir vicdani retçinin, dört duvar arasına hapsedilmesi bir yanılsamadan ibarettir. Gerçek özgürlük, itaati zorunlu kılan sistemlere karşı yılmadan vicdanının sesini dinleyen yüreklerdedir. “Tuğla” görevini kusursuz bir disiplinle icra eden “dışardaki”, özgürlüğün neresindedir?

Bu haber toplam 1514 defa okunmuştur
Gaile 297. Sayısı

Gaile 297. Sayısı