Ölüm, yaşam, ırkçılık ve işkencenin filmlerine yakın bir bakış
73. Berlinale kapsamında birçok bölümde kurmaca, belgesel,deneysel,kısa olmak üzere her gün onlarca film sinemaseverlerle buluşuyor.
Murat OBENLER/BERLİN
73.Berlinale kapsamında birçok bölümde kurmaca, belgesel,deneysel,kısa olmak üzere her gün onlarca fim sinemaseverlerle buluşuyor. Bu fimlerden bazıları hakkındaki değerlendirlerimi de sizlerle paylaşmak istiyorum.
Her bitiş yeni bir şeyin başlangıcıdır belki de,ölüm bile...
Meksika/Danimarka/Fransa yapımı Lila Aviles’’in yönettiği “Totem” anlattığı Meksika tarzı ölümü ve yaşamı birlikte kutlama hikayesi ile dikkat çekerken duygusal boyutuyla da birçok sinemaseveri ağlattı.
Küçük oyuncu Naima Senties’in müthiş oyunculuğu ile yarışma ödüllerine de göz kırpan film bizleri yakalandığı kanser sonrasında evinde bir nevi ölümü bekleyen ressam baba Tona, onun tiyatro oyuncusu eşi Cruz ve çocukları Ponyo(Sol) da aralarında olduğu bir doğumgününe davet ediyor. Bir yandan birçok ritüelle dolu Tona’nın doğumgününü olacak etkinlik bir yandan da arkadaşlarının ve ailesinin de katıldığı bir uğurlama töreni anlamına geliyordu.
Meksikanın kutsal kutlamalarından olan birçok ritüeli de barındıran bu buluşma küçük Sol için de hasa olduğu için göremediği babasına kavuşma anıdır. Annesinin babasına spritual hediye almasıyla başlayan bu kutlama birçok ruhsal müzik ve dansla devam eder ve bir totemle sona erer. Filmin sonunda herkes küçük Sol’un ne dilek tuttuğunu merak ederken basın toplantısında yonetmen Aviles film yapımını resim yapmaya benzererek çekilen hikayelerin asla bitmeyen resimlere benzediğini ama bir yerde seyriciyle buluşturmak için keserek çekime geçmek gerektiğini söyledi.
Covid 19 döneminde hiç olmadığı kadar kitap okuma şansı bulduğunu ve bunların da sinema yapmakta olumlu katkısı olduğunu dile getiren yönetmen bu filmin kendi gençliğinden de bazı anıları içerdiğini vurguladı. Yeniden doğuma inanan bir yerde duran filmde baba Tona bir yandan bu dünyadan göçerken bir yandan da çektiği acılardan kurtularak başka bir boyutta yaşamaya devam edecek.
Yaşamla ölümü,sevgiyi ve birbirine değer vermeyi, çocuk olmakla yetişkin olmayı müthiş bir drama ve kutlama içinde anlatan film duygusal basın toplantısı ile de hatırlanacak.
Kötülüklerin sınırı olmayan bir dünyaya hoş gelebilir misiniz?
Rolf de Heer’in hem yazdğı,hem de yapımcılığını yaparak yönettiği Avusturya yapımı “İyiliğin/Nezaket’in Yaşaması” olarak da çevrilebilecek “The Survival Of Kindness” bir siyahi kadının ırkçılıkla dolu yolculuğunu takip ediyor. Mwajemi Hussein rolündeki kadın Afrika’da geçtiği anlaşılan bir coğrafyada diktatoryal bir şekilde o toprakları idare eden bir grup gaz maskesi takan kişi tarafından esir alınarak çölün ortasında bir demir kasa içinde ölüme terk edilir.
Gaz meskesi takmayanların hastalanarak hayatta kalamayacağı bir dünya hayal edebiliyormusunuz? Tabi ki.Bölgedeki fabrikalarda çalıştırılan siyahlardan oluşan bölge insanı sömürgeciliğin büyük çıkarları için ölene kadar çalışırken bu eli silahlı grup hasta olup çalışamayan köleleri ise öldürüyor. Birileri için tehlikeli olduğunu düşündüğümüz baş karakter bir şekilde aklını kullanarak çöldeki 3 metrekarelik hapishaneden kurtularak evine dönmek için çölde uzun bir yolculuğa çıkar. Baş karakter kadın kendi hayatını da kurtaran iki yabancı (Uzak Doğulu olduğunu anlıyoruz) kişi dışında hep acımasızca insanları ölgüren grup üyeleriyle karşılaşır.
Kötülüğün şiddeti ve katillerin hükmettiği bir dünya karşısında yaşamaktan o kadar çok nefret eden karakter iyiliğin her yerde öldüğüne kanaat getirir ve insanın olmadığı doğanın hükmettiği bir yere doğru yolculuğa çıkar. Günümüz dünyası,güncellenen sömürge sistemi, insanın hayatta kalmak için yapabilecekleri kötülüğün eşiği, birilerinin daha fazla zengin olabilmesi adına dünyanın kaynaklarının yok edildiği gerçeği konularını düşündüren film beklenmedik sonu ile herkesi bir kere daha düşündürecek.
Ülkesini gerçeken seven İranlılar’ın direnişi
Yaşamın Avrupada sürdüren İranlı yönetmen Mehran Tamadon’un Fransa-İsviçre yapımı belgeseli Jaii keh khoda nist (Where God Is Not)( Tanrının olmadığı yer) sinemaseverleri 1980’lerden ve 2010’lu yıllara uzayan çeşitli dönemlerde İran’daki hapisanelerde düşünce suçlusu olarak tutsak edilen çoğu sanatçı olan İranlıların trajik hikayesine götürüyor.
Tanrının olmadığı yer olarak tanımlanan İrandaki devlet hapisanelerinde yapılan işkenceler o işkencelere maruz kalan kişiler (Taghi Rahmani(gazeteci), Mazyar Ebrahimi (tekniker-video şirketi sahibi), Homa Kahlori(yazar) tarafından Paristaki eski bir binada canlandırılarak anlatılıyor.
Sayısını kimsenin bilemediği kadar İranlının işkenceden geçtiği, şanslı olanlarının kurtulabildiği, çoğunun da katledildiği ve büyük bir insanlık suçunun işlendiği hapisanelerin insanın kanını donduracak gerçekleri bu filmde izleyici ile buluşurken devlet denen yapının ne kadar insanlığın düşmanı olabileceği, katı dini değerlere inanan bir rejimde dini değerleri hiçe sayan katliamların yaşandığına tanık oluyoruz.
İşkenceyi yaşayanların yapılanları anlatırken zaman zaman ağladığı zaman zaman da kendini kaybettiği belgeselde yine de sanatın hapishanede insana bir yaşam ümidi sunabildiği ve daha insanca bir yaşam için umudun asla tükenmeyeceği de gösterilirken ülkesini seven yurtsever insanların bir gün insanca yaşam koşulları sağlandığı ülkelerine dönme idealleri de aktarılıyor.