Ölümü Aydınlatmak
"...Ben bir ruhumuzun olduğunu ve ölümsüz olduğumuzu iddia etmiyorum. İddia ettiğim şey "gerçekliği yaratmaktan ya da yaratılmış bir gerçeği benimsemiş olmaktan (korku ya da cahillik sonucu) benim sorumlu olduğumdur".
Yılmaz Akgünlü
[email protected]
Ölüm. Hakkında konuşmak ve hatta düşünmek bile istemediğimiz en büyük sır. Yaşamımızı öylesine radikal bir şekilde değiştirmektedir ki, ölümün var olan en büyük güç olduğunu söyleyebiliriz. Ya da var olan en büyük gücün en doğrudan ifadesi; yani değişimin.
Ölüme bakmak, ölümün etrafında dolaşmak bile muazzam bir cesaret ve açıklık istiyor. Çünkü, o bize bir gün yok olacağımızı ve bütün uğraşlarımızın, sevgilerimizin, hatta kendi varlığımızın biteceğini söyler. Ölümle baş etmek için kullandığımız birçok savunma mekanizması ve strateji olabilir. Bunlar o kadar derin ve o kadar ulaşılmaz ki, çoğu insan bu stratejilerin varlığını bile inkar eder. Ölümü yok sayarız, tamamen bilinçdışı bir mekanikle onu görmezden geliriz. Zygmunt Bauman, ölümü düşünmenin düşünenin kendisine karşı olduğunu söyler: "Düşüncenin kavrayamadığı tek şey kendi var-olmayışıdır. Düşünce, içinde artık kendisinin bulunmadığı bir uzay ya da zaman tasımlayamaz..." (Zygmunt Bauman, Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri, s. 25)
O halde ölümü anlamak da düşünmenin çok ötesinde bir anlayışa ve doğrudanlığa ihtiyaç duyar. Bu anlayışı daha sonra tartışacağız. Düşünce, dünyayı asla bir bütün olarak kavrayamayacağı için ölüm ve yaşamı her zaman iki ayrı kutup olarak görme eğilimindedir. Ve bu nedenle birbirinden kopartılmış ve ikiye ayrılmış dünyanın en önemli yansıması da ölümdür. Ölüm ötekidir, düşman ve yabancıdır. Nietzsche Şen Bilim’de şöyle der: "Ölü dünya! Bengi olarak devinim halinde ve hatasız, kuvvete karşı kuvvet! Bu dünyadan geçip 'ölülerin dünyasına' girmek bir festivaldir... Haydi bu komediyi görelim ve böylece ondan tat alalım! Cansızlar arasına geri dönmeyi bir gerileme olarak düşünmeyelim! Ölüm yeniden yorumlanmalıdır! Bu yolla kendimizi edimsel olanla, ölülerin dünyasıyla uzlaştırırız."
Ölüm varoluşumuzun en yüksek sınır deneyimidir. Yani yaşamımızda bildiğimiz bütün değerlerin, düşüncelerin sustuğu an. Ölümün gerçekliği öylesine radikaldir ki gerçeğe ilişkin bildiğimiz, kavradığımız hiçbir ölçütle açıklanamaz. Gerçekte ölümden sonra bir şey olup olmadığı bilinmese bile, bizzat bilinmezliğiyle ölümün kendisi bize çok şey açıklar. Ölüm bize yaşamın ve her şeyin bir sonunun olduğunu söyler, ki eğer "son" düşüncesi olmasaydı elbette ki "sonsuzluk" düşüncesi de ortaya çıkmayacaktı. Ölüm kavramı özellikle insan türü açısından çok özel bir öneme sahiptir, antropologlar evrim tarihi içerisinde insanımsı türlerden insana geçişin temel göstergelerinden birini toplulukların ölülerini gömmeleri olarak görürler. Ölüyü gömmek ölümden sonra varoluş inancına dayanır. Bu inanç nasıl doğar peki?
İnsan olmanın anlamını oluşturan en gizemli olgu insanın farklı bilinç durumları yaşayabilmesi ve bunlara verdiği anlamlardır. Bilincimizin en önemli özelliği kendisinin ötesine geçebilmesidir. Bu sadece doğaüstü bir anlamda değil, insan etkinliklerinin çoğunda görülebilir. İnsan kendi şu anki varoluşunun çok ötesindeki birçok alanla ilişki içindedir. Bunun bir örneği geçmiş ve geleceği yaratışımızdır. İnsan geçmişte olan olayları tarih bilimiyle inceler, günlük yaşamında ise çocukluğundan itibaren olan olayları hatırlar ve yorumlar. Zihin dünyamızda gerçekliği sorgulayıp onu aşabilir, hayal gücümüzle yeni olasılıklar ya da gerçeklikler yaratabiliriz. Kurallarını koyarak oyunlar, düzenler yaratıp kendimizi o düzenlerin içinde var edebiliriz, kendi ürettiğimiz dünyaların içinde kaybolabiliriz. Bu gerçeklik yaratma işinde öylesine ustayızdır ki yarattığımız gerçeklerle çevremizdeki insanları, toplumları büyüleyebilir ve onları bazı değer ve yaşam biçimlerine inandırarak yönetebiliriz.
Peki insanın bu gücü nerden gelmektedir? Nasıl bir güç insanın kendi mahvetmesine yetecek kadar doğa üzerinde egemen olabileceği bir sistem yaratabilmiştir? Bana sorarsanız insan olmanın anlamını en derinden kavramak bu gücü anlamakla olasıdır. Kendi zihninin gerçekliği nasıl yarattığını ya da başkaları tarafından yaratılmış olan gerçekliği nasıl benimseyip kendi gerçekliği haline getirdiğini kavrayamayan bir insanın bu güçler üzerinde de kontrolünün olması beklenemez.
Bu anlamda ölüm de bizim tarafımızdan yaratılmış bir gerçekliktir. Bununla fiziksel bedenlerimizin bir sona ulaşması anlamında ölümü kast etmiyorum. Biz yaşadığımız düşüncesini yaratarak, ya da daha da doğrusu yaşamımızın bu bedenle ilişkili olduğu inancını yaratarak ölümü yaratmış olduk. Bu son iddiam sadece bir varsayım değil hepimizin bizzat görüp yaşayarak doğrulayabileceği bir deneyimdir. Bu noktayı sözcüklerle kanıtlamak yeterli değil, kişi elini taşın altına sokmalı. Yaşama ilişkin bilgimiz bize zorla benimsetilmiş, beynimiz yıkanmış ve tek bir gerçekliğe hapsedilmiş olsak da bunun böyle olup olmadığını araştırmak, görmek ve bu gerçeği yıkabilmek bizim sorumluluğumuzdadır. Ben bir ruhumuzun olduğunu ve ölümsüz olduğumuzu iddia etmiyorum. İddia ettiğim şey "gerçekliği yaratmaktan ya da yaratılmış bir gerçeği benimsemiş olmaktan (korku ya da cahillik sonucu) benim sorumlu olduğumdur". Bunun aksini savunmak insanın kendi zihninin doğasına karşı tam bir cahillik içinde olmasıyla mümkündür. Zihnimizin gerçekliği yarattığı artık bilimsel bir olgu olarak da araştırılmaktadır. Bunun en önemli görüngülerinden biri rüyalardır.
Rüyalarımızda bambaşka gerçeklikler yaratabildiğimizi hepimiz biliriz. Rüya görmenin gerçekleşmesi için günlük gerçeklikten kopmamız gereklidir. İşin en ilginç tarafı da rüya sırasında büyük ölçüde kendimizi aldatmamızdır. Bu kendini aldatma tıpkı günlük yaşamımızdaki kendimizi aldatmamız gibidir. Rüyayı gören bilincim nasıl ki rüyanın gerçek olduğuna inanmak zorundaysa (ki eğer inanmasaydı rüyada onca çılgın şeyleri yapamazdı) günlük yaşamımdaki bilincimde topluma uyum sağlama adına "sözde nesnel" gerçeklikle kendini aldatmak zorundadır. Rüyalarımız bazen oldukça uzun sürerler ve biz rüyada kurduğumuz gerçekliği de uzun süre muhafaza ederek zihnimizle oluşturduğumuz rüya ortamında birçok deneyimler yaşarız. Rüya görmenin sağlıklı bir zihne sahip olmamız için hayati öneme sahip olduğu deneylerden ve bizzat bizim kendi deneyimlerimizden bilinmektedir. Neden rüya görmeye bu kadar ihtiyaç duyuyoruz? Bunun nedeni günlük uyanık bilincimizin son derece kısıtlı deneyimler yaşamamıza izin vermesidir. Günlük bilincimiz toplumsal tabular, roller, ilişkiler ve beklentiler nedeniyle deneyimlerini son derece sahte, kısıtlı ve donuk halde yaşamaktadır. Bilincimize ulaşan birçok duygu ve düşünceyi sansürlemeyi öğrenmişizdir. Bu nedenle kendi arzu ve eğilimlerimizi akması gereken doğal yönünde yaşayamayız.
Rüyaların nasıl oluştuğunu görebilmek bize günlük bilinci de anlama fırsatı verebilir. Bizler kendimiz dediğimiz zihinsel imgeyi her günkü eylemlerimizle yaratıp besleriz. Bunu nasıl yaptığımızı tam olarak fark edemeyiz, ancak her gün aynı şeyleri tekrarlamak, ilişkilerimizde kalıplaşmış roller yüklenmek gibi eylemlerimizle aynı kişi olduğumuz sanrısını güçlendiririz. Bir insanı alın hapishaneye koyun ve orda geçen uzun bir süre ve yoğun baskı sonucunda onun kimlik duygusunu kaybetmesine neden olabilirsiniz. Bunlar baskıcı yönetimler tarafından uygulanan yöntemlerdir. İntihar bombacıları yetiştirmek de bu türden total kurumlaşmalar yoluyla başarılır. Kişiye dinsel duyguların gücü (ki bunlar varoluşumuzun en derin duygularına hitap eden suçluluk ve ölüm korkuları ve yüce bir varlığın koruması altında olmak gibi temel ihtiyaçlardır) yoluyla eski kimliğini terk etmesi telkin edilir. Yeni bir isim ve yeni roller aracılığıyla kişilik yeniden inşa edilir. Özellikle genç ve zayıf insanlar bu yolla kolayca etki altına alınabilir. Ancak bu durum yaygın toplumsallaşmadan çok da farklı değildir. Yaygın toplumsallaşmada kişi herkesin aynı beyin yıkamadan geçmesinden dolayı yaşadığı kimlik yitiminin kötü bir şey olmadığı, sadece toplumsallaşmanın bir gereği olduğu duygusuna kapılır. Böylece daha az dirençle gerçek doğasından uzaklaşıp "toplumsal uyumunu sağlamış" insana ya da başka bir ifadeyle bir zombiye dönüşür.
Bir insanın yaygın toplumsallaşmadan kurtulmadan ölüm kaygısını aşıp yaşamı doyasıya yaşaması mümkün müdür? Eğer ölümden korkuyorsak bu yaşamak ya da en azından var olmak güzel olduğu için olmalı. Ancak ya yaşamı bile kaygılarımızdan arınıp yaşayamıyorsak? Ölüm kapıda beklerken yaşamdan nasıl tat alacağız? Eğer ölümde şu kapıdan çıkınca kendimizi sokakta bulmak gibi doğal bir şey olabilseydi odamızda keyifle yaşayabilirdik. Ancak biz odamızı tek gerçeklik saymaya devam edersek nasıl olur da odanın dışında bir dünya olduğunu düşünebiliriz. Peki odamızın dışını görebilmenin bir yolu var mı? Ki dışarı çıkınca yok olmayacağımızı düşünelim. Pencereleri açıp ışığın içeri girebilmesine ve çevremizi görmeye açık olabilir miyiz? Evet bulabiliriz!
Biz odamızı nasıl zaman içinde tuğlaları dizerek yarattığımızı hatırlayabiliriz. Şu anki varlığınız olmadan bir sene önce neydiniz? Ya da beş yıl önce, on yıl önce, ta çocukluğunuza kadar giderek gün ben gün nasıl dünyanıza yeni tuğlalar koyduğunuza bir bakın. Bunun için kendimizi geriye doğru bir yolculukla hatırlamamız yeterli. Geriye doğru giderken de tuğlaları yavaş yavaş söküp atarak, kendimizi sahip olduklarımızdan, bildiklerimizden, sevdiklerimizden gün be gün azade ederek. Elbette şimdiden söylemek gerek, bu özgürleşme, çevremizdeki insanları ya da kendi düşüncelerimizi silip atmak değildir. Gereksiz ve yanıltıcı olan her şeyden silkinmek ve dostu dost olmayandan, yalanı gerçekten arındırmaktan ibarettir. Gereksiz şeyleri atmak, gerekli olanlarla da aşkın bir mesafeden ilişki kurabilmektir. Çok eskilere gidebilirsek, benliğimizin derinlerinde kendi olan, sadece kendi olan ve bundan müthiş bir haz duyan, kendini seven. Kendi zihnindeki sonsuz yaratımların tadını çıkarabilen, gördüğü ve tattığı her şeyle bir olan bir varlık oluruz, ya da olduğumuzu hatırlarız. Orda iç ve dış olmadığı için düşmanlık, yalnızlık, ölüm ve mutsuzluk kalmamıştır. Yalnızken de mutluyuzdur, başkalarıyla da, düşmanımızla da ölümle de.
İşin gerçekten zor tarafı tuğlaları atmak istesek bile bunu yapmak için epey bir zamana ve gerçek bir çalışmaya ihtiyacımızın olmasıdır. Öncelikle zihnimiz bu görevi üstelenecek bir odaklanma gücü kazanmalı, sonra ölüm kaygısının üstüne gidecek bir irade ortaya konabilmeli ve bütün çabamız buna adanmalıdır. Buna değer mi? Siz karar verin! Kendini bulmayan dünyayı bulamaz. Kendine hayrı olmayanın dünyaya da hayrı olamaz.
Dikkatimiz öylesine doğal ve ince, öylesine keskin ve benliksiz hale gelmeli ki, en ufak bir düşüncenin bile doğduğunu, nasıl doğduğunu ve nasıl çekip gittiğini görebilmeliyiz. Düşüncelerimize bu şekilde tarafsız baktıkça cehennemimizi nasıl yarattığımızı ve yaşadığımız ve yaşayacağımız her acıdan nasıl sorumlu olduğumuzu görebiliriz. Belli bir noktadan sonra dikkati bu şekilde sürdürmeyi öğrenmek ve bunun kendiliğinden gerçekleşmesi varoluşla, dışımızdaki dünyayla sürekli ve kesintisiz bir bütünleşmenin kapılarını açacaktır. Ve işte o zaman uzun süreden sonra ilk defa kendimizi yuvaya dönmüş hissedeceğiz.