1. YAZARLAR

  2. Sinan Dirlik

  3. ÖLÜMÜ GÖSTERİP SITMAYA RAZI ETMEK…
Sinan Dirlik

Sinan Dirlik

ÖLÜMÜ GÖSTERİP SITMAYA RAZI ETMEK…

A+A-

Türkiye tarihinde bir ilk gerçekleşti ve Cumhurbaşkanı seçimlerin “tekrarlanmasına” karar verdi. Hem de hangi ortamda? Çatışmasızlığın bitip, haziran ortasından Ağustos sonuna kadar 78’i sivil, 200’e yakın insanın hayatını kaybettiği, artık sıkça “90’larla kıyaslanır hale gelen” karanlık bir siyasal iklimde.
Birbiri ardınca yayınlanan araştırmalar, “tekrar seçimde” 7 Haziran’dan çok da farklı bir tablonun çıkmayacağını ortaya koyuyor. Hatta bazı araştırmalar, “Cumhurbaşkanının arzusunun aksine” AKP’nin doğu ve güneydoğu oylarını dramatik biçimde kaybettiğini, dolayısıyla 7 Haziran’daki oy oranından bile daha kötü bir sonuç alabileceğini gösteriyor. Fakat 200’e yakın insanın hayatını kaybettiği bir ülkede, hangi partinin ne kadar oy kaybedip kazandığının ne önemi, seçmen eğilimlerini tartışmanın ne yararı olabilir ki? Askeriyle, polisiyle, siviliyle bu ülkenin insanları ölürken, çatışma ortamına dönülmesinin ve bölgenin yeniden kan gölüne dönmesinin faturasını hangi siyasi parti, hangi sonuçla ödeyebilir ki? Ortada bir fatura varsa, bu faturayı kan ve gözyaşıyla yine bu ülkenin insanları ödüyor…
1 Kasım’da gerçekleşecek seçim, bir biçimde seçmen iradesini yeniden tescil edecek ve Türkiye öyle ya da böyle yoluna devam edecek. Ama 7 Haziran – 1 Kasım arasında yaşanacak süreç, günahıyla sevabıyla bu ülkenin tarihine düşülecek notlarla hatırlanacak. O da elbette bir vakit… 77-80 arası dönemde hayatını kaybeden binlerce insanın ya da 80 darbesinden bu günlere süren adı konmamış iç savaşta ölen on binlerce insanın neden ve nasıl öldüklerine dair “hakikatlerin” peşine düşülmemiş bir ülkede her şey “bir vakit…”
Geçen hafta Niyazi Kızılyürek “gerçek” ile “hakikat” arasındaki farka vurgu yaptığı nefis yazısında “Oysa olayların karmaşık yoğunluğu ve durmak bilmeyen akışı içinde belli zamanlarda ortaya çıkan bazı gerçekler Hakikatin sadece kırıntısıdır, kendisi değil!  Çünkü tarih, de-facto Veriler ile Değerler arasından yaşanan gerilim ve karşılıklı etkileşim süreçleri içinde şekillenir. Ortaya çıkan fiili durumlar ancak Değere dönüştüğü zaman, yani tanınıp kabul gördüğü zaman kalıcı (Hakikat) olurlar” diyor. Türkiye, “sayısal verilerden” “değerlere” geçiş yapmayı beceremedi tarihi boyunca. Tek tek kişilerin, grupların, tarafların “gerçekleri” ne yazık ki “toplumsal hakikate” dönüşemedi…
Gerçeğin hakikate dönüşebilmesi için temel bir mutabakata ihtiyacımız var: şiddet karşısındaki duruşumuz. Ama’lar, gerekçeler üretmeden bu coğrafyada yaşanan şiddetin karşısında yer alma konusunda güçlü bir mutabakata ihtiyacımız var. 1 Kasım’da tekrarlanacağı söylenen seçimler için değil sadece, o seçimlere selametle ulaşabilmemiz ve o seçimlerden sonra selametle yola devam edebilmemiz için.
Elimizde 7 Haziran sonuçlarını beğenmeyen bir Cumhurbaşkanı, bir iktidar partisi ve bu seçim sonuçlarından bir koalisyon çıkaramayan iki muhalefet partisi var.
Cumhurbaşkanının pozisyonu gayet net: “Verin 400’ü, bu işi huzur içerisinde halledelim” demiş, sonra pazarlığı 337’ye düşürmüş ve fakat iradesini her şeyin üzerinde tuttuğunu her fırsatta belirttiği millet 258’le yetinmesi gerektiğini söylemişti. Sonucu beğenmedi haliyle…
İktidar partisi de her türlü teamülü bir yana bırakarak meydan meydan kendisine destek veren Cumhurbaşkanına teslim ettiği kaderinin 7 Haziran’da ortaya çıkan tezahüründen mutlu olmadı. 14 yıla uzanan güçlü tek başına iktidar dönemi bitti. Bu öyle hoşnutsuz kılacak bir sonuçtu ki, yıllar içerisinde bir siyasi karaktere dönüşen kural tanımazlığın hesabını vermeyi de gerektirecek iklimin habercisiydi. Klasik tetikçilerin bile bocaladığı, AKP kadrolarının ciddi bir endişe ve paniğe gark olduğunu gösteren emareler arttıkça sıkıntı da arttı.
Fakat siyaset ustalıklı hamleleri gerektiren bir satranç oyunudur aynı zamanda. Rakiplerinizin strateji yoksunluğunu yönetebilmektir…
Nitekim 7 Haziran’dan Ağustos sonuna kadar %40’ın %60’ı ustalıkla manipüle edebildiği, dilediği mecrada tutabildiği ve ağır yaralı çıktığı bir mücadelede kaybı kazanca, yenilgiyi başarıya dönüştürebilme kapasitesini izliyoruz ilginç biçimde.
MHP’nin bir çok insanın anlamakta güçlük çektiği siyasi hamleleriyle, 7 Haziran’da %40 oyla ancak 258 milletvekili alabilmiş bir parti; önce Meclis Başkanlığını almayı, ardından Anayasanın tanıdığı 45 günlük süre boyunca top çevirebilmeyi, ardından tüm teamüllere aykırı biçimde hükümet kurma görevini muhalefete vermeyen Cumhurbaşkanının dayatmasıyla kurulacak seçim hükümetinin üyelerini son derece nezaketsiz biçimde kendisi belirlemeye kalkmayı başardı…
Bütün bu tuhaflıkların ardında MHP’nin CHP ile masaya oturmaması, HDP’nin vermeyi taahhüt ettiği desteği geri çevirmesi ve yine bu arada AKP ile de bir koalisyonu reddetmesi yatıyor. Daha da vahimi, bütün süreci kilitlerken MHP’nin öncelikli talebi “Çözüm sürecinin derhal sonlandırılması” oldu ki AKP, 20 Temmuz’da Suruç ile başlayan yeni dönemde çözüm sürecini noktalamakta zaten hayli heveskâr davrandı.
Burada “hakikate” dair bir not düşmek gerekiyor. Evet, 7 Haziran sonuçlarından hoşnut olmayan Erdoğan ve AKP, tam da MHP’nin istediği gibi “çözüm sürecini” noktaladı fakat bu kanlı noktada Kandil’in PKK’nin rolünü yok saymak ne kadar mümkün?
Barış siyasetini söylem olmaktan çıkarıp, tüm Türkiye sathına yayılmış bir eyleme dönüştüren HDP’nin barajı aşarak meclise 80 milletvekili sokabilme başarısının ortada durduğu ve ülkedeki siyasal iklimin kesin ve tartışmasız biçimde Erdoğan ve AKP aleyhine döndüğü bir noktada; “çatışmasızlığı sonlandırdığını açıklamak” ve hemen ardından son derece tuhaf biçimde önce sahiplenip, sonra “ilgimiz yoktur” denilen 2 polisin uykularında öldürüldüğü cinayete imza atmak neyle açıklanabilir?
Bununla da kalmayıp, HDP’nin “derhal elinizi tetikten çekin” çağrılarını “küçümseyici ifadelerle” ve daha fazla cinayetle cevaplamak, halkın güvenliğini tehlikeye atacağı aşikâr olan “öz yönetim” ilanlarıyla durumu daha da karmaşık hale sokmak neyle açıklanabilir?
“Geçici” AKP Hükümetinin savaşı tırmandırarak öncelikle bölgeyi sindirme ve tüm ülkede “AKP giderse huzur ve istikrar da gider” kanısını pekiştirme stratejisi karşısında oyunu bozmaya çalışan HDP’yi etkisizleştirerek çatışmayı derinleştirmek neyle açıklanabilir?
İlginç biçimde, geçmiş dönemlerde eylemlerini “Öcalan’a tecritin sonlandırılması” yönünde “isimlendiren” Kandil’in HDP’nin aksine 20 Temmuz sonrası “Öcalan’a tecrite son” ifadesini neredeyse hiç telaffuz etmemesi, “misilleme” ile bile açıklanamayacak cinayetlere imza atması neyle açıklanabilir?
Kürt coğrafyasındaki 3 yıllık çatışmasızlık ortamından istediği sonucu alamayan AKP’nin 90’lara rahmet okutan operasyonlarla “AKP’ye oy vermezseniz size dünyayı dar ederim” yaklaşımında; doğudan batıya yayılan kan gölünün üzerinde “AKP giderse huzur ve istikrar gider” sloganını ete kemiğe büründürmesinde, HDP’ye destek veren “batılı seçmeni” etkisizleştirmesinde, Hoca Nasreddin’in deyişiyle “hırsızın hiç mi kabahati yok?”
Eğer ima edildiği gibi, Suruç’un hemen ertesinde 2 polisin katledilmesi bir “derin” operasyon, “şaibeli bir olay” ise Kandil’in yapması gereken şey açık değil mi? Bulursun o “birimi”, cezalandırır ve kamuoyuna tatmin edici bir açıklama yaparsın… Her fırsatta “Kürtlere akıl vermeyin” çıkışının aksine bu kez “Kürtlerin ve Türklerin Partisi olan” HDP’ye, “ne başardın ki Kandil’e akıl vermeye kalkıyorsun” demezsin…
Demirtaş ve HDP’nin, bir yandan AKP ve Erdoğan’ın, bir yandan Kandil’in yarattığı basınç altında etkisizleştirilmeye çalışılmasından kazanç elde edecek olan tek güç AKP ve Erdoğan’dır… Hesap ortada. HDP’yi yeniden barajın altına çekmek ve başta Kürtlere, sonra tüm Türkiye’ye ölümü gösterip sıtmaya razı etmek…
Kürt ölümlerini vak’a-i adiyyeden sayıp fazla sorun etmeyen, asker-polis cenazeleriyle milliyetçiliği şaha kalkan ve AKP’ye olan öfkesini yine AKP’nin hayli başarılı biçimde yönettiği “devlet refleksi” çizgisine hızla kaydıranlar, bu tatsız senaryonun sonunda AKP’nin kazanacağını dikkate almak durumunda…
Nefes almakta güçlük çekip, önümüzü göremez hale geldiğimiz bu kan banyosunun bir tarafında AKP, Erdoğan ve MHP varsa, bir tarafında da Kandil ve PKK var… Eğer bu cinayetlere duyulan öfke bir biçimde “sorumluları arasında pay edilecekse”, AKP, Erdoğan, MHP ve Kandil’den sıra gelip, “elinizi tetikten çekin” diye haykıran ve hepsinin ilginç biçimde bir olup “sen sus!” dedikleri HDP’ye düşecek bir pay yok bu süreçte. Bu kan revan ortamda adalet duygusunu yitirenler ve faturayı tam da AKP-Erdoğan çizgisinin istediği biçimde HDP’ye kesilmesine aracılık edenler, 1 Kasım’da bu adaletsizliğin bedelini “AKP iktidarında” öderler.
Kanın durması, barışın tesisi için en son yapılacak şey HDP’yi yalnızlaştırmak ve sesinin kesilmesine göz yummaktır. Bilakis, Türkiye’nin HDP’yi yalnızlaştırması ve yeniden baraj altına gömmesi için yazılmış bu senaryoda barışın elimizde kalan son sigortasına özenle yaklaşılması beklenir.
Yoksa ölüm korkusuyla razı olduğumuz bu sıtma zaten bizi öldürüyor üçer beşer…

----

Kıbrıslı okuyucuya, içinde bulunduğumuz ortam nedeniyle mütemadiyen Türkiye yazmak zorunda kalmak beni de rahatsız ediyor. Tek tesellim, Kıbrıslı okuyucunun Türkiye’de olup bitenlerle, Türkiyeli okuyucunun Kıbrıs’ta olup bitenlerden daha fazla ilgili olması… Türkiye, Kıbrıs’ta olup bitenlerle ilgilenemeyecek kadar can telaşındayken, Kıbrıs’ta iyimser gelişmeler doğabilir mi? Tabii… Ama ancak “liderler katındaki” iyimserlik, toplum katında karşılığını bulur ve iki toplumun bir arada yaşamayı “nikâh sözleşmesinden” ibaret görmediğini hissettirmesi şartıyla… Şimdilik gördüğüm, kız ve oğlan, “ailelerin anlaşmasına” dikmiş gözünü. Herkes evlilikten söz etse de, “havada aşk kokusu yok”… Ama aşksız evlilikten cılız çocuk doğar derler bizim buralarda…

Bu yazı toplam 3556 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar