ÖLÜMÜN EROTİK ÇAĞRISI
"Ateş ettiğiniz zaman onun bir insan olduğunu düşünmeyeceksiniz. Beyni mi dağılmış, kan mı fışkırmış. Ateş edeceksiniz çünkü ateş etmezseniz o ateş edecek ve sizi öldürecektir"
Genç bir asker, dehşet içinde dinlemekteydi komutanın bu sözlerini... Öldürmeye programlanmıştı artık; öldürebilirdi…
Vatan ve millet, şu yüce ve kutsal kavramlar, yiğit gençleri uğurlarına kan dökmeye çağırıyordu. Bunu yapmayan haindi; korkaktı. Tehlike altındaydık ve savaşmalıydık. Herkes bize düşmandı ve bizimle ilgili komplolar kurmaktaydı.
Kanlı karşılaşma gerçekleşti ertesi gün.
“Bir insan hiçbir şeydir; bir çakıl taşı için ölürüz… Bayrağımız için öldürürüz…” Andre Malreaux, Franco faşizminin gençleri ölüme sürüklediği "Bir insan hiçbir şeydir" sloganına karşı şöyle demişti:
"Hiçbir şey bir insan değildir"
Ve elbette "insandan çok şey yapılabilir"… Genç bir insandan bir katil ve bir “şehit” yaratılabilir kolayca… Ölüm oyunu, kurallarına göre planlanır ve genç insanlar karşı karşıya getirilir… Sonra, genç insanlar, ellerine tutuşturulmuş silahlarla birbirlerine ateş ederler ve ölürler… Kimisi sakat kalır; kimisiyse ruhsal olarak yaralanır. Kalkan cenazelerde acılar kine dönüştürülür. Şehvetle yüceltilir ölüm. Çocukların kanlarından bayraklar yapılır.
Bunun yerine, barışmaya, sorunlarını barışçıl yollarla çözmeye karar vermiş bir ülkenin en değerli, asla feda edilemez evlatları olarak aynı genç insanlar toplanan barış masasının ardından bir barış şenliğine çağrılabilirler. Haki üniformalar değil, şık giysiler giyerler. Özenle tıraş olup güzel kokular sürerler. Anneleri, arkalarından ağlamaz; hayranlık ve sevgiyle bakar… Bu barış şenliğinde, genç insanlar, karşılarındakinin de insan olduğunu düşünürler; birbirleriyle kucaklaşırlar. Birbirlerini anlamaya çalışırlar; birlikte dans ederler; geleceğe dair düşler ve projeler üretirler; farklılıklarını bir çatışma nedeni değil de bir zenginlik olarak görürler; sorunlarını şiddetle değil konuşarak ve dinleyerek çözmeye çalışırlar.
Oysa gençlere barışın değil savaşın yaraştığı söylenmekte, ötekilerin korkunç emellerine dair hikâyeler anlatılmakta, barışçı olmanın naiflik olduğu vurgulanıp tehlikeye dikkat çekilmekte...
Bunu yapanlar, korkunun nefreti yarattığını iyi bilirler. Nefret ise, öldürmeye hazırlamanın birinci koşuludur. Sivil toplum aktivisti Martin Luther King’in de bir zamanlar dediği gibi:” İnsanlar birbirlerinden nefret ediyorlar çünkü birbirlerinden korkuyorlar. İnsanlar birbirlerinden korkuyorlar çünkü birbirlerini tanımıyorlar. İnsanlar birbirlerini tanımıyorlar çünkü iletişim kuramıyorlar.” Gençlere, temas edilemeyen, muhatap alınmayan, canavarlaştırılan öteki tarafta neler olduğuna dair korkulu masallar anlatılır. Bütün değersizlikler düşmana aittir. Onlar, zalimler, onlar kötülerdir. Her an bizi yok etmeye hazırdırlar. Bizler ise kahramanlar ve haklılarızdır. Kurduğumuz tarih anlatıları da bunu doğrular. Aynı tarihi, iki düşman taraf öyle farklı anlatır ki! Seçici bellek devrededir anlatılar kurulurken... Bize yapılan zulüm, anlatıda yer bulurken bizim yaptıklarımız dışlanır. Ötekiler de bunun tersine yaparlar. Bir de, senaryonun esas oğlanı ve kötü adamı yer değiştirmiştir. Bir tarafın kahramanı ötekilerin haini, bebek katilidir. Her iki taraf da kendi yiğitliğini ve haklılığını kanıtlayan anlatısını kurar.
Bu anlatılar ve ötekine dair saptırıcı, yanlış bilgilerle donatılan kitleler kendi etnik grupları, ulusları, bayrakları ve liderleriyle gurur duyarak lanet ötekilerin bir an önce imha edilmesi gerekliliğine inanırlar. Sokaklara dökülüp bayrak sallarlar. Ve zamanı gelir; savaş başlar. Heyecan verici silahlar, tanklar, gurur duyulası teknolojiler devreye girer. Küçüklükten böylesi nesnelere düşkün erkek çocuklar bunlar karşısında büyülenirler. Kahramanların kendini kanıtlama anı gelmiştir.
Her ölüm, kan davasını daha da güçlendirir. Ölenlerin ardından intikam yeminleri edilir. Her ölüm, daha fazla ölümü çağırır. Onların “bir” öldürdüğüne karşılık “on” öldürülmelidir.
Ölüme koşan o her iki taraftaki genç insanlar ise aslında ne çok benzemektedirler birbirlerine... Kim bilir, birbirlerine ateş açmak yerine oturup konuşsalar arkadaş bile olabilirlerdi...
Bunca ordu, bunca kin ve intikam, bunca para, çıkar, bunca silah karteli varken savaş nasıl son bulur?
Kısırdöngü şöyle yaşanır: Çoğunlukta ve egemen olan baskı uygular, azınlıkta ve zayıf olan ise ayrılmak ister. O ayrılmak istedikçe baskı artar. Baskı arttıkça daha çok ayrılmak ister. Daha çok ayrılmak istedikçe baskı daha da artar. Birarada farklılıklarla birlikte birlik ve kardeşlik içinde yaşayabilmek en zor olandır. Yücegönüllük ve emek isteyendir.
Hergün yeni ölüm haberleri, yeni yıkıntılar.. Yüzyıllardır bitmeyen; bir türlü bitmek bilmeyen savaş... Şehvetle sunulan, nekrofiliyle beslenen savaş... Ölümün erotik çağrısı...
Savaş en yakından bilinen. Yüzyıllardır sürendir. Bir yazgı gibi algılanır.
Zamanın birinde Tellal, davulunu çalıp halkı bilgilendirmektedir:” Ey Ahali! Duyduk duymadık demeyin! Düşmanı köşeye sıkıştırdık. Köylerini talan ettik. Tarlalarını ateşe verdik. Binlercesini cehenneme gönderdik; binlercesi esir...”O esnada halktan biri sorar: “ Efendi, ya bizim kayıplarımız?” Davulcu başını kaşıyarak şöyle der: “Ha, o mu?O, öteki tarafın davulcusunun işi”
Savaş sürmekte, rakamlar karşılıklı yükselmektedir. Ve her sayı yitip giden gencecik hayatları anlatır. Kimilerine göre “hiçbir şey “ olan hayatları...