Ölür İse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil…
Ve bir Ekim örtüşmesi daha:12 Ekim doğumludur, Harid Fedai…Aramızdan, ‘bedensel olarak’ ayrıldığı günse, 13 Ekim…Yani; doğduğu 12 Ekim gününü son saatine değin tamamlayıp bırakırken geride, 13 Ekim sabahıyla koştu başka boyuta…
Bülent Fevzioğlu
Kitaplarına, yazılarına, şiirlerine, bildiri ve makalelerine ve de sayısız kerre bilgi – belge – bulgu araştırmalarına karşın, tek şiir kitabı olan ‘Koza’nın ön kapak içinde 40 kelime ile özetledi kendi, kendini…
‘‘1930, Kıbrıs doğumludur.
Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nü (1951-53) ve İstanbul Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nü (1956-60) bitirdi.
Öğretmenlik, müfettişlik, yöneticilik yaptı.
Bayrak Televizyonu’nun kuruluş aşamasında (1976) Müdürlük görevini üstlendi.
Üst Kademe Yöneticiliği’nden emeklidir.
Şimdilerde Lefke Avrupa Üniversitesi’nde öğretim görevlisi ve DAÜ – Kıbrıs Araştırmalar Merkezi üyesidir.
Evli ve iki çocuk babasıdır.’’
Peş peşe dikkatimi çekti de şimdi…
Tek şiir kitabı olan ‘‘KOZA’’, 1997, İstanbul basımıdır…
2017’deyiz bugün…
Tam 20 yıl önce yayınlanmış şiir kitabı…
Dahası, Ekim 2017’de ayrıldı aramızdan Harid Hoca…
Ve ‘‘KOZA’’ya gelince…
O da; Ekim 1997 basımı!
Ve bir Ekim örtüşmesi daha:
12 Ekim doğumludur, Harid Fedai…
Aramızdan, ‘bedensel olarak’ ayrıldığı günse, 13 Ekim…
Yani; doğduğu 12 Ekim gününü son saatine değin tamamlayıp bırakırken geride, 13 Ekim sabahıyla koştu başka boyuta…
Bir ‘koşu’ydu Harid Hoca…
Uzun soluklu, maraton bir koşu…
Yüreğinin bir yanındaki çapalarla kazarken geçmiş yılların ağır ve örtük tarihsel toprağını; öte yanıyla da alabildiğine yumuşacık, naif ve çocuksu dokunuşlarında açıverdi şiirin, ipeksi ‘Koza’sını…
‘Harid Fedai’ dendiği zaman, en çok ve en evvel ‘kültür tarihimiz üzerine araştırmaları ile’’ bilinir…
Oysa ‘Koza’sını açıverdiği şiir; araştırmalarından da çok önce vardı…
Şöyle der:
‘‘Şiir benim eski uğraşımdır ve geçmişi, kesintisiz, 1940’lı yılların sonlarına değin, dayanır. Ancak yerli basına bakıldığında, içlerinden yayınlananların sayısı çok azdır.
Kendi beğenimden geçmeyen Şiiri ortaya çıkarmadım, onları hep kendime sakladım ve çabalarımı deneyerek sürdürdüm.
1955’in Nisan ayından, 1974 yılının Temmuz’una değin Kıbrıs’ta yaşanılan olumsuz yılların da bunda payı olduğu kuşkusuzdur.’’
‘En eski uğraşı olmasına karşın şiir’; sonraki yıllarda araştırmaları, makaleleri, bildirileri ve kitapları şiirinin önüne geçer, onlar çoğalır en çok…
Elbette yine şiirlerini yazmaktaydı fakat; şiirlerini gazete, dergi ve kitaplarda yayınlamayı değil, ya dost meclislerinde veya akademik bildirilerini sunmak için bulunduğu panel ve sempozyum etkinliklerinin akşam sohbetlerinde paylaşmayı yeğlerdi…
Harid Hoca’yı ben, ilk kez, İsmail Bozkurt’un kurucusu olduğu (DAÜ-KAM) – DAÜ - Kıbrıs Araştırma Merkezi’nde çalışırken tanıdım…
1997 - 2000 yılları arasındaydı…
Haftada iki gün Lefkoşa’dan Mağusa’ya gelir, (DAÜ) Türk Dili ve Edebiyatı üzerine okutmanlık yapar, ders sonrasında da bizim bölüme (DAÜ-KAM) uğrardı…
Ve yine o günlerde Ahmed Râik Efendi’nin ‘Eski Şeyler’ kitabının tıpkıbasımı üzerinde uğraşıyordu…
Ahmet Râik Efendi kim?
Geçmiş yüzyılın önemli düşün insanlarımızdan biri…
‘Eski Şeyler’ kitabı ise, diğer önemlilikleri yanında, bir gazeteci – yazar olarak seçkin yazılarının toplanıp yayınlandığı ‘ilk köşe yazıları kitabı’ diyebiliriz…
1904 – 1913 yılları arasında yazılanların bir seçki ile toplandığı ‘Eski Şeyler’ kitabının ilk basımı, 1926 tarihlidir.
Harid Fedai tarafından hazırlanan ek bir sözlükle gerçekleştirilen ikinci basımı ise 80 yıl sonra, Nisan 2006’da gerçekleşir…
Harid Fedai, ikinci baskıya yazdığı önsözün ilk paragrafında, şöyle der:
‘‘Ahmet Râik Efendi’nin (1884 – 18 Ocak 1962) yazılarından oluşturulmuş olan elinizdeki 16x23 cm. boyutlu 66 sayfalık kitapçık, Kıbrıs’ta 100 yıl önceki sosyo-kültürel yaşamımıza ışık tutmaktadır.
Yapıt; İngiliz yazını’ndan çeviriler, basında çıkan makaleler, anılar, mektuplar ve konuşmalar olmak üzere beş bölümden oluşturulmuştur.
Ahmed Râik Efendi’nin daha Lise (İ‘dâdi) sınıflarından itibaren yazın’a merak saldığını, yazarlığa 1904 yılında başladığını, İngilizce ‘‘Şeref: Honours’’ sınavında birinci geldiğini, ilk ürünlerinin İngiliz yazını’ndan çeviriler olduğunu kitaptaki ‘Önsöz’ ile ‘Anılar’ından öğreniyoruz…’’
‘‘Eski Şeyler’’in ikinci kez yayına hazırlanması sürecinde ve sevgili Harid Hoca’ya yardımcı olma babında; şapkalı, virgüllü, kesme çizgili ağır ve ağdalı eski bir Türkçe ile yazılmış olan bu kitabın bilgisayarda yeniden yazımı için oğlum ve ben, aklımda kaldığınca, üç ay kadar uğraştık…
Oldukça zordu fakat; bu kitap, hayatım içerisinde de önemli bir dönüm noktası oldu bana…
Şanslıydım…
Bir yandan ‘Eski Şeyler’i bircik bircik okuyup bilgisayara aktarıyordum oğlumla, diğer yanda, haftada iki gün Harid Fedai gibi deniz derya bir düşünce insanıyla karşılıklı sohbetler ederken, onun, engin bilgilerinden ‘bedavaya’ yararlanıyordum…
1999 yılı sonlarında, DAÜ –KAM’dan ayrıldım ve hemen sonrasında Suna ve Ata Atun’la birlikte, SAMTAY VAKFI’nı (Suna ve Ata Atun, Mağusa Tarihini Araştırma ve Yazın Vakfı) kurduk…
Harid Hoca’nın üniversiteye geldiği günlerde dersinin bitmesini bekler, ders sonrasında ise ya ben ya Suna Hanım DAÜ’ne giderek kendisini alır, SAMTAY’a gelirdik…
SAMTAY’ın süreli konuklarından biri de, Mağusa’ya her gelişinde, bir başka önemli araştırmacı – yazarımız, Bener Hakkı Hakeri idi…
Bazan öylesine denk düşer, aynı anda hem Harid Fedai hem Bener Hakkı Hakeri ile birlikte yemek yer, sohbet eder, yapılanlar ve yapılmaya hazır olanlar üzerinde saatlerce sohbet ederdik…
Her ikisi de müthiş adamlardı…
Ya da şöyle diyeyim:
Bizim kitaplar; SAMTAY Vakfı’ndaki raflardan alınıp okunmayı beklerken, onların, yıllardan gelen okudukları kitapları, bilgi, birikim ve donanımları ile birlikte beyinlerinin ve yüreklerinin tee içindeydi…
Suna Hanım’la birlikte ikimiz susar, kendimizi, akıp giden sularına bırakırdık onların…
Bu sohbetler sonrasında bir gün, akşam olup da vakıftan ayrılınca onlar, şöyle dedi Suna Hanım:
‘‘Biz, SAMTAY Vakfı olarak yalnızca kendi araştırma kitaplarımızı yayınlamayalım…
Hem bir ‘Araştırma Kitap Ödülü’ oluşturalım, hem de çekmecelerde duran, şu ya da bu nedenlerle henüz yayınlanamamış olan kitapları da yayınlayalım…’’
Ve bu düşüncenin ilk adımını da önce, Bener Hakkı Hakeri hocanın uzun yıllara yayılan emeğinin büyük ürünü olan ‘‘Hakeri’nin Kıbrıs Türkçesi Sözlüğü’’nü ‘‘SAMTAY VAKFI 1’nci Araştırma Kitap Ödülü (14 Haziran 2003)’’ olarak gerçekleştirdik…
Bir yıl sonra; Harid Fedai hocanın çeşitli dergilerde yer almış ya da kimi panel – sempozyumlarda sunulu olarak kalmış 61 adet araştırma yazısı Suna Hanım tarafından derlenerek, ‘‘Kıbrıs Türk Kültürü Makaleler – 1’’ foto8başlığı altında ve ‘‘SAMTAY VAKFI 2004 Yılı Araştırma Kitap Ödülü (14 Haziran 2004)’ne dönüştürüldü…
Hayatın har-gürü içerisinde, nice insanlarla merhabalaşırız…
Tanışır, tokalaşır, sohbet ederiz…
Geçip giderler sonra, unutulurlar…
Ne biz onları anımsarız ne de onlar bizleri…
Ve lâkin öyle insanlarla da tanışırız ki…
Yalnızca onu – onları tanımakla sınırlı kalmıyoruz…
Onlar; çok dallı, çok çiçekli devasa bir ağaç olurlar gelip geçtiğimiz yollar boyunca…
Elleri, sesleri, beyinleri ve yürekleri çoğaltır bizi…
İşte örneği; Bener Hakkı Hakeri…
İşte SAMTAY VAKFI Kurucu Başkanı Suna Atun…
İşte Ahmed Râik Efendi ve Harid Fedai…
Kim söyleyebilir şimdi, ölüp gittiklerini?
Söze, Harid Fedai ile başlamıştık bu Siluetler geçişimizde…
Son sözü, Harid Fedai’ye bırakalım nihayetinde…
Buyurup çıksın, ölenler için değil…
Yalnızca ve yalnızca, ‘bedensel olarak aramızdan ayrılanlar…’ adına, o ipek kozasından…
TEMMUZ GÜZELLEMESİ…
havalimanına sığmaz olurum
salınarak sökün ettiğin an
ağzıma gelir yüreğim
bilesin.
dizeler divan durur
belleğimde
hoş geldin demek için
sana
gülücükler taşar yanaklarından
dizlerim
tutmaz olur.
sonra…
başlarsın konuşmağa
dilimin güzelliği sendedir
sana yangınlığım
biraz da bundan…
Salamis denizinin anlatacakları varmış
Osmanlı’dan,
Venedik’ten,
Lüsignan’dan
Bizans’dan, Roma’dan,
Eski Yunan’dan
dalgaları haberci gönderir
durur
kumsala yayılıp geri
dönerler
efsane artığı ak köpüklerle
sen yokken sahil yoktur,
dünya yoktur…
Destemona
yollarını gözlemekte, nicedir
biliyordur,
Akdeniz masallarını seversin sen
döner, bana anlatırsın
yıldız boyu…
şafak sökene değin ellerim
iki örgülü saçlarına uzalı
iki ebru gülümserken
yanaklarında
yıldız boyu…
şafak sökene değin
Pakistan Geceleri
baygınlığında.
dur-durak yok
uyku yok sen varken
kucak açmış denizdeyiz,
gün ışımakta…
alnında
Kleopatra perçeminle
bir yaprak daha çevir
kadınım
aşk defterinden
yeni bir sevdaya
başlamak üzereyiz…
geceleri gizemlidir
Kıbrıs Bahçeleri’nin
okaliptüs dallarında
bal kokulu
İshak Kuşu
Hakhuk Kuşu da derler,
bilirsin
efsane söyler zifiri karanlıkta
gözleri yıldızlara dikili
benzek olsun diye yasak aşklara
gönüllü tutsaklığında
gece kuşlarının…
izleri var dudak incesi
sahillerinde
ayak seslerimizden tanır bizi
o an gelir ki solunmaz,
ürpermez
taş kesilir Salamis’in
denizi…
bir sabah el ele yürürüz
antik kente
ortalıkta kimsecikler yoğiken
başak saçlar, ko, esintiyle oynasın
fildişi çıplaklığına özenip
Afrodit’in
kalakalırsın sarmaşdolaş
o eşsiz yontularla
bir hal olurum seni
bulana kadar…
sonra boynuna dolanırım
gözlerim yumulu
sesim – soluğum kesilir
mutluluktan…
hep özlemimizdi hani:
gel,
kesme taşlar üstüne
bağdaş kuralım sonra…
yalınayakla tarayıp duralım
kumları sahil boyunca
yorulunca diz çökeriz
mozaiklerin yamacına
motiflerdeki gizemi çözene dek
öylece bakakalırız,
kalakalırız…
bir kol uzanır yontulardan yana
badem taşı derler –
süt beyazı
elinde sallanır canım kozüzümü
tanelerin uzantısı şebnemler
tut ki göğüs uçlarıdır,
pus’lu
sütbeyazı Troya’lı
Helen’in
çapraz çekilmiş tül
örtüler altında
kütür kütür,
reçina kokulu!
tenha bir sahildeyiz,
sarmaşdolaş
bir ağaç dibi de olur,
say ki akasyadır
doyunca uyumak ne güzel,
günbatımına dek.
akşamla başlar Akdeniz
ezgileri
sesine düzen vermenin
vaktidir, kadınım
çakıllarda yankılanır köpükler
pesten, tizden,
Napoliten…
yerle göğün birleştiği yerden
geçmiş gelir,
kurulur tahtına şimdiye inat
ve olanca görkemiyle,
efsaneleriyle
kulak kesilmiş,
ayaktadır antik kent…
Afrodisa’m,
Amatusa’m,
Niçe’m,
söz sırası senin,
Kraliçem…
***
Ya ne güzel söylemiş ol
Yunus Emre:
“Ölür ise ten ölür
Canlar ölesi değil…”