1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Omorfo’dan Antonis Kolancis ile Melek Hanım’ın aşkı...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Omorfo’dan Antonis Kolancis ile Melek Hanım’ın aşkı...”

A+A-

KIBRIS’TAN HATIRALAR...

Çok değerli arkadaşımız Hristalla Kart’ın “OMORFO’YU SEVİYORUM” (“I LOVE MORPHOU”) sosyal medya sayfasında paylaştığı Omorfo’dan bir aşk hikayesi ve karma bir evliliğe yer vermek istiyoruz bugün: Omorfo’dan Antonis Kolancis ile Melek Hanım’ın aşkı...

Hristalla arkadaşımızın yazdığına göre, Kostas Kalathas, Omorfo’nun tarihçesini kaleme alırken bu öyküye de yer vermiş... Biz de okurlarımız için özetle Türkçeleştirmeye çalıştık...

***  Antonis Kolancis, Omorfolu’ydu ve Hristos Katırcıyanni’nin yakın bir arkadaşıydı...

***  Antonis, bir Kıbrıslıtürk olan Melek Hanım’la tanışmış ve ona karşı güçlü duygular beslemeye başlamıştı... Melek çok güzel bir kadındı ve Türk mahallesinde yaşıyordu...

***  Antonis babasına aşkından söz edince, babası onu durdurmaya çalışmıştı ancak Antonis kararlıydı... Kısa süre sonra Melek vaftiz olacak ve Eleni adını alarak Antonis Kolancis ile evlenecekti. Ona “Turkoeleni” deniyordu. Dört oğluları oldu: Hambi, Polli, Kosta (ona Rahaci de deniyordu), Hristo ve bir de kızları oldu: Grusi...

***  Eleni her zaman sessizdi, neredeyse hiç evden çıkmıyor, kimseyle karışmıyordu... Kendi evinin iç avlusunda kokulu bitkilerini yetiştirmekteydi...

s1-348.jpg

***  Fotoğrafta Andonis Kolancis ve oğluları Hambi, Polli, Kosta ve Hristo görülüyor... En alttaki fotoğraf ise torun Antonis Kolancis...

 


BİR KİTAP...

“Onları öldüren insanın zalimliğiydi...”

s2-309.jpg

Işıl Demirel

“Daha sonra hayatım boyunca unutamayacağım şu sahne yaşandı: Doktor, kalp-damar hastalığının genetik olup olmadığını anlamak için babaanneme basit bir soru sordu.

“Anneniz, babanız hangi hastalıktan öldü?”

Babaannem sustu.

Doktor duymadı zannederek daha yüksek sesle bir kez daha sordu:

“Annenizle babanız diyorum. Neden öldüler?”

Babaannem yine susuyor, cevap vermiyordu. Odada çok tuhaf bir hava oluşmuştu.

Bu sefer ben “Babaanne, doktor beye cevap versene!” dedim.

Yüzüme çaresizlik içinde baktı ve ağlamaya başladı. Hoca “ya sabır!” der gibi başını sinirli sinirli salladı. “Hanım, yeni mi öldü annen baban, niye ağlıyorsun!” diye çıkıştı.

Doktorun o sözü de, hayatım boyunca hiç aklımdan çıkmadı. Farkında olmadan çok önemli bir gerçeği dile getirmişti. Benim de daha sonra anlayacağım gibi, bazı ölümlerin acısı hep yeni kalıyordu.

Odada kısa bir süre sessizlik oldu. Sadece babaannemin sessiz hıçkırıkları duyuluyordu. Doktor sesini kontrol etmeye çalışarak sorusunu tekrarladı. Kısa bir sessizlik daha ve babaannemin yanıtı geldi:

“Hiçbir hastalıktan ölmediler!”

Sesinde bir sitem vardı. Hepimiz acaba çıldırdı mı gibilerinden yüzüne baktık. Acılydı, sarsılmıştı, ağlıyordu ama çıldırmış bir hali yoktu. Solgun çehresinde, acılı bir çift gözdü sanki konuşan.

“Annemle babam öldürüldüler doktor bey. Hastalıktan ölecek kadar yaşlanamadılar.”

Ve sonraki yıllar boyunca yüzlerce kez kulaklarımda çınlayacak olan bir yanıt geldi babaannemden. Ama doktora söyler gibi değil, kendi kendine konuşur gibi ve tavana bakarak, “İlle bir hastalık arıyorsanız” dedi, “onları öldüren insanoğlunun zalimliğiydi!”

Her şey, 2001 yılının Şubat ayında soğuk bir gün, İstanbul Üniversitesi’nde halkla ilişkiler görevini yürüten Maya Duran’ın, Amerika’dan İstanbul’a gizemli bir ziyaret için gelen Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner ile karşılaşmasıyla başlar. 1930’lu yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde hocalık yapmış olan profesörün isteği üzerine, Maya bir gün onu Şile’ye götürecek ve böylece yakın tarihin üstü kapatılmaya çalışılan sırlarına, kentin geçmişine ve Wagner’in kırık aşk hikayesine vakıf olur.

Zülfü Livaneli’nin Serenad’ı, 60 yıldır süren bir aşkı ele alırken, Ermeni Soykırımı’ndan, Yahudi Soykırımı’na, 6-7 Eylül Olayları’ndan pek az kişi tarafından Mavi Alay’a ve en önemlisi bir insanlık ayıbı Struma’ya yakın tarihe dokunaklı bir ışık tutup aydınlatıyor.

Yazarın da önerdiği gibi Franz Schubert’in büyülü bestesi Serenade’ın melodisi eşliğinde bir solukta okunası bir roman.

(AVLAREMOZ – IŞIL DEMİREL)


GEÇMİŞLE YÜZLEŞME İÇİN DÜNYADA NELER YAŞANIYOR?

“Bosna’da görgü tanığı ifade verdi: Esir kampında tecavüzler yaşandı...”

Balkan Araştırmacı Gazeteciler Ağı’nın 28 Şubat 2021 tarihli bir haberine göre, mahkemede ifad everen bir görgü tanığı, Bosna’daki bir esir kampında tecavüzlerin yaşandığını belirtti.

Boşnak Sırp eski asker Novak Styepanoviç’in davasında konuşan eski bir tutuklu, kadın tutukluların Sade madeni esir kampına götürülerek tecavüze uğradıklarını aktardı. Sade madeni esir kampı, Srebrenika yakınlarında bulunuyor ve olayın 1992 yılında geçtiği belirtildi.

Belgrad Yüksek Mahkemesi’nde şahitlik yapan Begayeta Mujiç, Sade madeni esir kampında kadın tutukluların tecavüze uğradıklarını mahkemeye anlattı. Boşnak Sırp eski asker Novak Styepanoviç, 1992 yılı Haziran ayında Bratunaç’ta bir evde genç bir Boşnak kadına tecavüz etmekten yargılanıyor. Styepanoviç aleyhine açılan davada, sözkonusu Boşnak kadın kurbanın esir kampında alınarak Bratunaç’ta bir eve kapatıldığı ve burada esir tutulduğu, buradan da bir başka eve götürülerek eski asker Styepanoviç tarafından tecavüze uğradığı belirtiliyor. Styepanoviç, kendisinin suçsuz olduğunu iddia etti. Mujiç ise ifadesinde kendisinin ve kızkardeşinin diğer Boşnak sivillerle birlikte Sade maden kampında savaş esiri olarak tutulduklarını, genç kadınların bu kamptan alınarak tecavüze uğradıklarını, daha sonra gerisin geri kampa getirildiklerini anlattı. Mujiç, Styepanoviç’in aldığı kurbanın gözyaşları içerisinde geri geldiğini, tecavüze uğrayan kızların bir şey söylemediklerini ve kendilerinin de onlara baskı yapıp konuşturmaya çalışmadıklarını aktardı. Mujiç kendisinin Mayıs 1992’de esir kampına yeğeniyle birlikte götürüldüğünü, yeğeninin de kamptan alınarak ona tecavüz edildiğini anlattı. Davaya Nisan ayında devam edilecek...

(BIRN’den Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

 


“Akillas Millas’ın akıl almaz yolculuğu...”

s3-158.jpg

Korhan Gümüş

Sosyolog olan Théodoridès  Akillas Millas'ın büyük bir hünerle kayda geçtiği, özgün çizimlerden metinlere İstanbul ve Adalar üzerine gerçekleştirdiği yeniden üretime, kartpostallardan, fermanlara... Fotoğraflardan haritalara... Ama en önemlisi de kendi yaşadığı, tanık olduğu bir geçmişe, bir tarihçi olarak eşi benzeri çok az bulunur uğraşına işaret ediyor.

Millas, şehrin tarihine ait muazzam heterojen bir malzemeyi, belgeleri, eşyaları, anlatıları bir koleksiyoncu gibi toparlıyor. Ancak toparlamakla da kalmıyor, metinlerle, çizimlerle yeniden üretiyor.

Onun yaptığı şehrin imgesinin yeniden üretimi. Yalnızca kişisel hatıraların, imgelerin değil, sanki 17 yüzyıllık bir imparatorluk başkentinin, “Polis”in temsili… Şehrinden koparılmış bir birey tarafından.

Yalnızca bir konu üzerine odaklanmıyor. Kartpostallardan, fermanlara... Fotoğraflardan haritalara... Ama en önemlisi de aktarılan hafıza kadar kendi gördüğü, yaşadığı, tanık olduğu bir geçmişe uzanıyor. Bu nedenle bir koleksiyon gibi satılabilecek ya da sonrasında dağılabilecek değerli ögeler değil, sınırsız ve sürekli gelişerek, Rumlar var oldukça yaşaması/yaşatılması gereken müşterek bir hafıza olarak....

Anna Théodoridès’in  geçtiğimiz hafta Paris’teki konferansı Akillas Millas’ın çalışması üzerine yeniden düşünmemi sağladı. Bu konferansın da başlığı, “Akillas Millas’ın Akıl Almaz Yolculuğu” zannedersem bu çalışma hakkında bir fikir veriyor. Tanınmış bir ortopedi müteahasısı olan Millas’ın bir tarihçi olarak inanılmaz, akıl almaz hikayesine, eşi benzeri çok az bulunur uğraşına işaret ediyor.

Sosyolog olan Théodoridès’in çalışması 80’li yıllarda Atina’ya yerleşen Akillas Millas'ın biriktirdikleri, büyük bir hünerle kayda geçtiği İstanbul ve Adalar üzerine gerçekleştirdiği yeniden üretim üzerine. Şehrin kadim nüfusu olan Rumlara ait bir tarihi, Pera, Prinkipo, Halki, Antigone gibi yerlerden hareketle, bireysel bir tanıklıkla kayda geçiyor.

Millas, şehrin tarihine ait muazzam heterojen bir malzemeyi, belgeleri, eşyaları, anlatıları bir koleksiyoncu gibi toparlıyor. Ancak toparlamakla da kalmıyor, metinlerle, çizimlerle yeniden üretiyor.

Onun yaptığı şehrin imgesinin yeniden üretimi. Yalnızca kişisel hatıraların, imgelerin değil, 17 yüzyıllık bir imparatorluk başkentinin imgesinin şehrinden koparılmış bir birey tarafından temsili.

Yalnızca bir konu üzerine odaklanmıyor. Kartpostallardan, fermanlara... Fotoğraflardan haritalara... Ama en önemlisi de aktarılan hafıza kadar kendi gördüğü, yaşadığı, tanık olduğu bir geçmişe uzanıyor. Bu nedenle bir koleksiyon gibi satılabilecek ya da sonrasında dağılabilecek değerli ögeler değil, sınırsız ve sürekli gelişerek, Rumlar var oldukça yaşaması/yaşatılması gereken müşterek bir hafıza olarak....

Millas bir uzman tarihçi olmasa da, şehrin imgesinin mekanlar, belgeler, anlatılar üzerinden  yeniden üretimi ile tarihyazımsal kırılmayı sorguluyor.

Herkesin gözünün önünde olduğu, varlıkları bilindiği halde bilinmez hale getirmeye,  işaretsizleştirmeye, unutturmaya çalışan bir kırılmayı… Bu hiç şüphesiz sadece ona özgü, kişisel bir duygu sonucu değil, kollektif bir  hafızaya sesleniyor. İktidar perspektifinden anlamlandırılan yerelliği sosyal hafızasıyla, belgeleriyle, ilişkileriyle canlı bir varlık olarak yeniden üretmek... Bu kaybı telafi etmenin imkansızlığı karşısında onun kişisel direnişi onu çok yönlü bir araştırmacı haline getiriyor. Adeta kamusal bir görev yerine getirmeye çalışıyor. Millas sıradan bir koleksiyoncu değil, bu nedenle.

Avantajlı bir yerden başlıyor, onun hayatı. Eğitimli bir aile. Şehirde doğmak. Adalar’da yaşamak... İyi eğitim almak... Topluluk olarak dayanışma içinde olmak... Kültürlü, görgülü bir sosyal ortam. Diğer taraftan bütün “azınlıklar” için olduğu gibi, ait olduğunu zannettiği şehrin bir anda değişmesi. İçindeyken birden dışarıda kaldığını hissetmek… Yalnız kalmak. 

Bu ikisi, yani hem şehrin çoğulcu yapısının değişmesi, hem de değerlerinin kaybı sanki aynı şey, birbiriyle ilişkili. Kayıpları geçmişe saplanarak karşılamak...  Tıpkı birçok insanın yaptığı gibi kendi geçmişine gömülmek..., Yitip gidenler için yas tutmak... Millas bu inanılmaz yolculuğunda, yaşadıklarını kayda geçerek direniyor.

Millas'ın koleksiyonu, çok katmanlı bir koleksiyon. Ancak belki de önemli bir farkı heterojen bir kapsamı anlatılarla, metinlerle, çizimlerle ilişkilendirilmiş olması. Böylece Millas'ın koleksiyonu bir çağdaş müzecilik girişimi olarak şehrin kadim nüfusunun, yapısının her boyutuyla eşsiz bir mirasın yok olmasına karşı adanmışlıkla gerçekleşen bir çalışma.

İstanbullu Rumlar bu alanda, modernleşme sürecinde. Bu önemli bir kültürel altyapı, eğitim kurumları ile bir yeniden üretim demek. Osmanlı imparatorluğu içindeki millet sistemine herhalde Rumlar en iyi örnek. Şehrin tarihyazımını kültür, arkeoloji, doğa, eğitim, sağlık, spor, sosyal hayat olarak, seküler bir perspektiften yapılandıran pratiklerle gelişiyor. Akillas Koleksiyon objeleri, belgeler yokluğa karşı bir temsil işlevi görüyorlar, yokluğun varlığı, izleri gibi işlev görüyorlar.

Çalışmayı silinmeye, unutturulmaya çalışılan kayba ve ayrığa karşı bir direniş gibi okumak mümkün. Ama aynı zamanda geleceğin kaybına da: Diğerleri eğer mevcut olanın kaybı ise, bunlara bir de geleceği eklemek gerek.  Yaşanması mümkün olan farklı bir gelecek.

(YÜZLEŞME ATÖLYESİ – Korhan GÜMÜŞ -  Şubat 2022)

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 3123 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar