1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Ona göre eve gelen her kelebek, kayıp dedemdi…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Ona göre eve gelen her kelebek, kayıp dedemdi…”

A+A-

Eşi Bayram Mustafa, “Kayıp Otobüs”te “kayıp” edildiğinde takvimler 13 Mayıs 1964’ü gösteriyordu – Fikriye Özgüm henüz 25 yaşındaydı, dört çocukla acılar içerisinde kalakalmıştı… Yusuf Tosun’un otobüsüne binenlerin tümü de – toplam 11 Kıbrıslıtürk – işte o tarihte bazı Kıbrıslırumlar tarafından kaçırılarak öldürülmüş ve Oroklini’de bir kuyuya gizlenmişti naaşları… Aradan ancak yıllar geçtikten sonra bu 11 “kayıp” Kıbrıslıtürk’ten geride kalanlar bulunabilecek ve kuyudan çıkarılarak Kayıplar Komitesi tarafından DNA testleri sonucunda kimliklendirildikten sonra defnedilmek üzere ailelerine iade edileceklerdi küçük tabutlar içerisinde… Fikriye Özgüm 14 sene önce, 2006 yılının Haziran ayında bana konuşmuş ve hissettiklerini, yaşadıklarını aktarmıştı… O kadar olağanüstü bir enerjiye sahip, o kadar pozitif bir insandı ki, bundan çok etkilenmiştim… Eve bir kelebek gelse, ona “kayıp” eşi olarak bakardı… Eşinin dönüşünü hep beklemiş, dişini tırnağına takıp çalışıp çabalamış, dört evladını yetiştirmiş ve onlarla gurur duyuyordu…

Ben onunla konuştuğum zaman “Kayıp Otobüs”ten “kayıp” edilmiş olan 11 Kıbrıslıtürk’ten geride kalanlar henüz bulunmamıştı – ilerleyen aylarda yürütülecek kazılarda onlardan geride kalanlara ulaşılacaktı…

Dün telefonum çalıyor – arayan Kemal Ünar – Fikriye Hanım vefat etmiş, bu acı haberi veriyor bana… Fikriye Hanım’ın toruncuğu Ödül Özgüm Sonel de arıyor beni – o da aynı haberi veriyor… O güzel insan, o iyi insan, o harika “kayıp” yakını insan, onca pozitif enerjiye sahip Fikriye Hanım göçüp gitmiş aramızdan… Toruncuğu Ödül’den, ninesi için birkaç satır yazı yazmasını istiyorum… Daha önce “kayıp” dedesi için de bir yazı kaleme almıştı ve ben bu yazıya bu sayfalarda yer vermiştim… Şimdi göçüp giden nineciği için de yazıyor ve gönderiyor bana… Çok zor da olsa, o yazıyı kaleme alabiliyor… Bunun için ona müteşekkirim…

2006 yılının Mayıs ayında bu elinizde tuttuğunuz veya bilgisayardan veya cep telefonunuzdan bakmakta olduğunuz sayfaları, “Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler” yazı dizimi bu gazetede, YENİDÜZEN’de yayınlamaya başlamıştım. Çok büyük yankı yaratacak ve toplumlarımızın belleklerine ve hayatlarına büyük bir damga vuracak olan bu yazı dizisi, o günden beridir hiç kesintisiz biçimde devam ediyor (tatil günleri hariç) ve bu bağlamda, insani konulara adanmış bu yazıların 14 senedir kesintisiz biçimde her gün devam ediyor olması, Guiness Rekorlar Kitabı’na girebilecek bir nitelik taşıyor…

106676186_10163761746385640_9203203439422509455_o.jpg
Fikriye Özgüm...

Bu yazı dizisinde yüzlerce insanın trajik öyküsünü kaleme aldım, Kıbrıs’ın her iki tarafında yaşanmış katliamları, tecavüzleri, korkunç olayları yazdım – aynı zamanda birbirini koruyup kollayanların, birbirinin hayatını kurtaranların hikayelerini de yazdım… İyiliği de, kötülüğü de, karanlığı da, aydınlığı da yansıtmaya çalıştım – gerçek neyse, onun peşinde koştum ve işte bu çerçevede bu yazı dizisine ilk başladığım günlerden itibaren “Kayıp Otobüs”ün öyküsünün peşine düşerek bu otobüste bulunanların hikayelerini yazmıştım…

Çok değerli arkadaşım Destine Devecioğlu’nun sevgili anneciği Günay Devecioğlu’nun yardımlarıyla, “Kayıp Otobüs”te öldürülüp “kayıp” edilen Kıbrıslıtürkler’in ailelerine ulaşarak onlarla röportajlar yapmıştım…

Fikriye Özgüm’ü de bularak, onunla da röportaj yapmıştım…

Fikriye Özgüm Evdimli’ydi, 1937 yılında dünyaya gelmişti, “kayıp” Bayram Mustafa’yla evlenerek dört çocuk dünyaya getirmişti… Henüz 25 yaşındayken dört çocukla kalakalmıştı çünkü Bayram Mustafa, “Kayıp Otobüs”te, diğer Kıbrıslıtürkler’le birlikte “kayıp” edilmişti…

Ödül Özgüm Sonel, şöyle yazıyor sevgili nineciği için:

“Yıllar önce geç bulduğum dedem için yazmıştım. Şimdi ise hikayenin geride kalanı, hayatı acılar ile geçen nenem için yazıyorum.

Çocuk denilecek yaşta eşini kaybetmiş ve 4 oğlu ile orta kalmış bir kadın. Hiç kimseden yardım görmemiş ve tek başına evlatlarına yetebilmeye çalışmış bir kadın. Sırasında okulda hademelik yapmış, sırasında tarlada çapalamış, sırasında kendi aç yatmış sırf evlatlarının karnı doysun diye öyle bir kadın. Çocuklarının hiçbir şeyini eksik etmemek için elinden geleni yapmış bir kadın, hepsini okutmuş, iyi yerlere getirmiş, evlendirmiş, torunlarını ve torun çocuklarını görmüş bir kadın.

Yıllarca dedemin öldüğünü hiç kabul etmedi, ona göre eve gelen her kelebek dedemdi, bazen “Belki de o tarafta bir ciracıkla yaşar” derdi. Evin önünde Çinli turistleri görünce “Gelin da galiba dedenizin çocukları geldi” derdi, dedem çekik gözlüydü çünkü...

O kadın hep ezildi, hep bekledi ve gün geldi dedeme kavuştu…O kadın “Fikriye Sultan” bize dedemizden kalan tek yadigardı, o var oldukça dedemiz, geçmişimiz de vardı… Ama artık gideceğimiz bir nene evimiz yok… Nenemle birlikte çocukluğumuzun bir kısmı da öldü bugün… Babam ve amcamlar baba bilmediler sadece anaları vardı, erkek çocuk psikolojisi ile “Gocagarı” dedikleri anaları. Tek direkleri olan o kadın, “Fikriye Sultan”  artık dedeme kavuştu. Dilerim huzur içinde uyurlar birlikte… Tüm evlatarı, torunları ve torun çocukları onların adını, geçmişini, yaşadıklarını asla unutmayacak..!”

 

ÇATALKÖY’DE SONSUZ BEKLEYİŞ…

Haziran 2006’da bu sayfalarda onunla röportajımız, “Çatalköy’de sonsuz bekleyiş” başlığıyla yayımlanmıştı… Onun çok değerli hatırasına, bu sayfalarda bu röportajı bir kez daha paylaşmak istiyorum…

Bugün öğle namazı ardından Çatalköy’de toprağa verilecek Fikriye hanım…. Işıklarda uyu Fikriye teyze… Sen de bir kelebek olup uçtun aramızdan, çok sevdiğin eşine, Bayram Mustafa’na kavuştun… Yıldızlar, ikinizin de yoldaşı olsun… Çok değerli evlatlarının, torunlarının, ailenin acısını paylaşıyoruz…

“Çatalköy’de sonsuz bekleyiş” başlıklı Haziran 2006’da YENİDÜZEN’de, “Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler” yazı dizimizde yayımlanmış olan röportajımız şöyleydi:

“İnsan bir enerji topu gibidir – olumlu ya da olumsuz enerjisi, çevresindekileri de etkiler... Kimi insanların enerjisi “pozitif”tir ve bu çevrelerine de yansır... Çatalköy’de Fikriye Hanım’ın evine gittiğimde çok şaşırdım... O bir kayıp eşiydi – kocası Bayram Mustafa, kayıp otobüsteki 11 kişiden biriydi... Evi, tüm kayıp kişilerin eşlerinin evi gibi pırıl pırıldı... Bu, Kıbrıs’ın güneyinde de, kuzeyinde de değişmeyen bir şey... Kayıp eşleri, kocaları her an dönebilecekmiş gibi temizlik, tertip yapıyorlar – ister Kıbrısırum, ister Kıbrıslıtürk olsunlar, bekliyorlar, bekliyorlar, bekliyorlar... Çünkü eşlerinin bir mezarı yok ve böylesi bir deneyim yaşamayanlar için durum ne kadar “mantıksız” gelse de, ortada gidilecek bir mezar olmadığı sürece değişmiyor... Çünkü kayıplar aslında ne ölü, ne de sağdır, onlar zamanda asılı kalmışlardır. Geride kalanlar onların dönüşünü bekler ve bu bekleyiş her hareketlerine yansır durur...

Ancak Fikriye Hanım’ın evinde başka bir şey daha vardı – o da bir parlaklık, bir ferahlık, hayata dört elle sarılışın pırıltısıydı... Çok acılar çekmişti ama hayata düşman kesilmemiş, bu başına gelenlerden ötürü içinde kin ve öfke beslememişti... Tam tersine, çevresine sevgi yayan, sevecen bir insandı ve bunu evdeki enerjiden hissetmek mümkündü. Beni şaşırtan da bu son derece pozitif enerjisiydi... Belki de gencecik yaşında yaşadığı felaketle ancak böyle başedebilmişti, kimbilir?

Her yanda toruncuklarının fotoğrafları vardı – torunlarını çok seviyordu, özellikle ilk torunu Arzu’yu... İki lafından biri Arzu’yla ilgiliydi... Sonra çocuklarının fotoğraflarını da çıkarıp gösterdi bana. Bir oğlunun evlilik fotoğrafında oğlu sanki cenazedeymiş gibi duruyordu... Bunu ona söyledim – belli ki çocuklar da büyük acılar çekmişlerdi. Fikriye Hanım, dört oğluna da düğün yapabilmiş olmaktan gurur duyuyordu – bir kayıp eşi için bu az bir şey değildi. Yoktan var etmek, dört evlat yetiştirmek, onları okutmak, evlendirmek...

Onunla oturup konuştuk, bana bir kahve yaptı, bisküvi getirdi... Kola dökmek istedi – tüm bunlar, giderek yok olan Kıbrıslılar’ın o misafirperver kültüründen geride kalanlardı. Burada, Çatalköy’de, bu ışıltılı evde oturup konuşurken, tam karşıki dam altına yuva yapan kırlangıçların cıvıltısını dinliyorduk... Güneş pırıl pırıldı, hava sıcaktı ve Fikriye Hanım alıp beni Evdim’e, Larnaka’ya, Dikelya’ya götürdü... Bana evini ve yüreğini açtı, samimiyetle konuştu...

Onunla röportajımız şöyle:

SORU: Fikriye hanım, doğum tarihin nedir?

FİKRİYE ÖZGÜM: 1 Nisan 1937 doğumluyum.

 

SORU: Nerelisin Fikriye Hanım?

FİKRİYE ÖZGÜM: Evdimli...

 

SORU: Kaç kardeştiniz?

FİKRİYE ÖZGÜM: 8 kardeştik. Annemin adı Hüzeyme, babamın adı Mustafa. Babam çobanlık yapardı, küçükbaş hayvanları vardı...

 

SORU: Evdim nasıl bir köydü?

FİKRİYE ÖZGÜM: Güzel bir köydü... Kendin ekerdin domates, tazecik... Südünü sağardın, hellim yapardın... Orağa giderdin, biçerdin... Harnıp toplardın... Kendi kendine yeterdin, herşey tazecikti... Bunda hep hastalık, görmen?... Ağustos geçti, onda domates yoktu, bunda yaz-kış var... Havası güzeldi, bunda yapış yapış olun, onda öyle bir şey yoktu... Nem yoktu asla... Ben birinciydim evlatlardan. Bir defa benden önce annem düşük yapmış, ondan sonra bir kızkardeşim var Emine, Şerif, Hafise, Kamuran... Olgun kardeşim var, Ergün, Behlül... Sekiz kardeş...

 

SORU: Bayram Bey da mı Evdimli’ydi?

FİKRİYE ÖZGÜM: Yok, o Anoyralı’ydı... Anoyra’da Rumlar’nan karışıktı Türkler... Evdim karışık değildi. Bize en yakın karma köy Anoyra idi...

 

SORU: O nasıl bir aileden gelirdi? Onun babası ne iş yapardı?

FİKRİYE ÖZGÜM: Onun babası tavukçuydu, tavuk alırdı, yün alırdı hayvanlardan... Sonra o da çoban olduydu, göçmen geldiler ya Evdim’e... 1963’te... EOKA zamanı çıktıydı daha doğrusu, sonra EOKA zamanı oturunca, göçmenler kaçtılardı... Anoyra’ya galiba “Taşlıköy” da derler.

 

SORU: Ne zaman evlendiydiniz?

FİKRİYE ÖZGÜM: 14-15 yaşlarındaydım. 15 yaşında doğurdum...

 

SORU: Nasıl biriydi Bayram Bey?

FİKRİYE ÖZGÜM: Çok iyi biriydi, küçüknan küçük, böyüknan böyük olurdu. Evine bağlı... Ben Anoyra’ya gelin gittim. Onların havlıda bir evcik vardı, gaynatamlar diyelim böyle, ben da daha içeride otururdum. İki kardeşti onlar da zaten, iki erkek. Kardeşinin adı Süleyman’dı, öldü yani o... Bayram çok iyi bir insandı... Haftasonları sinemaya giderdik, İskele’deyken sinemaya giderdik... Yabancı filmler da görürdük, Türk filmleri da... 25 yaşında kaldım öyle, on sene yaşadık Bayram’la... 25 yaşında herkes nişan olur, biz dört tane çocuk ettik... Torunum Arzu da “Acelen neydi be nene?” der bana! Evvel verirlerdi, birbiri arkasına verirlerdi, 8 tane çocuk! Şimdidir ki serbesttir, gezerler...

 

SORU: Ne iş yapardı Bayram Bey?

FİKRİYE ÖZGÜM: Önceleri iş yoktu – sonraları köylere su borusu döşenmeye başlandığında, ona yazıldıydı... Su tesisatçılığı yapardı. Ondan sonracığıma Evdim’e geldik, polişman yazarlardı. Polişman yazıldı.

 

SORU: Yani önce Anoyra’ya gittiniz, sonra taşındınız Evdim’e...

FİKRİYE ÖZGÜM: Evet... Babam bana verdiydi ev, EOKA zamanıydı ya, Bayram Bey ondan sonra istemedi kalsın Anoyra’da, kaçtık geldik Evdim’e... Babamın evi vardı, otururdu – aşağıda da mandırası vardı... Bana koçan etti, onarttık, oturduk... Aldık pırtıyı geldik, oraya oturduk. İşe gider gelirdi, polişman yazıldıydı ya... Önce dağa gider gelirdi – sonra tayin ettiler kendini İskele’ye... Onun için Evdim’den taşındıydık İskele’ye... Ev kiraladık, otururduk... Behiç Beylerin eviynan karşı karşıyaydık – iki erkekti onlar, bir da kız, Fatma... Onun için bilir beni...

 

SORU: Sonra ettiniz dört tane çocuk, dört tane oğlan...

FİKRİYE ÖZGÜM: Adları Mustafa, Ali, Ercan ve Tünay...

 

SORU: Peki o işe gidip geldiği günlerde huzursuz olur muydunuz, “Aman yolda belde başına bir şey gelmesin” diye?

FİKRİYE ÖZGÜM: Evdim’e gittiydi mesela babasını görsün çünkü babası göçmen gittiydi ya Anoyra’dan Evdim’e... Kapanaydı yollar, bu iş olmayacaktı... Geldi da sabahtan varyaynandı... Diyelim ki bir gün sabah gider 4’te gelirdi... Ertesi hafta 4’te gider sabah gelirdi... O gün da sabah gittiydi da gelecekti. Gelmedi. İngiliz doldu evin içi... Biz da derik, “Ne arar şimdi bunlar burada?”

 

SORU: Hep aynı otobüsle mi giderdi?

FİKRİYE ÖZGÜM: Bilmem... Birinci araba geçmiş, yoktu bir şey... İkinci arabada kestiler yolları, aldılar. Biz İngilizce bilmeyik, çağırdık komşuya anlayalım diye. “Köpekler acıktı” dermiş İngiliz... İnsanları sormaz da, köpekmiş acıktı... Köpekçiydi ya Bayram, İngiliz üslerindeki köpeklere bakardı. Polişmandı ama köpeklernan oğraşırlardı...

 

SORU: Yani köpekler acıktı, Bayram Bey işine gitmedi diye geldiydi İngilizler sizin eve...

FİKRİYE ÖZGÜM: Evet. Nere gitti yani bu adam da gelmedi? Nere gitti, ne bileyim ben? Sabahtan işe gitti... Belki da İngiliz bilirdi ama öyle deyici oldu...

Otobüste olanları kilisede tuttuklarını ilk eniştemden duyduydum... “Köpekler yeyiyor ortalığı” dediydi, “İngiliz ta gitsin Rumlar bu yandan kaçırmış kendilerini” dediydi... İngilizler bunları aramaya çıkmış, köpekler bir hile sezmiş ve kilisenin yanında örmeye başlamışlar... Papaz çıkmış “Burası Allah’ın evidir, ne arar içinde insan?” demiş... Rumlar o yandan kaçırmışlar kendilerini...

Bir otomobil talebe ciracık tutmuş bizimkiler fakat bizim büyükler “Bırakın da göyverecekler onları” demiş, ciralar gitti evine, bizimkiler mahvoldu...

Epeyi oturduk İskele’de, sonra kaçalım evimize gelelim Evdim’e dedik. Bizi “Teşkilat” bırakmaz! “Bakan yolda sizi da alırlar” der! Adımız geçti ya, “Bakan sizi da alırlar çocuklarla beraber, günah değil?” derler bize... Kaldıydım altı ay, öyle bir şey... Sonra babam geldi, gittik evde da kiracı vardı, o da çıkmaz! Neler çektik çıkaralım ve girdik... Altı aylık götürdüm yani oğlumu, birbuçuk yaşında getirdim...

 

SORU: Yani en küçüğü birbuçuk yaşındaydı çocukların babası kaybolduğunda...

FİKRİYE ÖZGÜM: En küçüğü birbuçuk yaşındaydı, en büyüğü 10 yaşındaydı... Biri 7 yaşında, diğeri da 6 yaşındaydı...

 

SORU: Ondan sonra nasıl geçindiniz?

FİKRİYE ÖZGÜM: Bir yeğenim vardı, o da polişmandı, halamın oğlu... Arkadaşlarından para toplardı da getirirdi bize, alalım ekmek diye... Aç kalmayalım... Adı Kemal, öldü yani...

 

SORU: “Aç yatırdık” dediydiniz bana...

FİKRİYE ÖZGÜM: Evet... Ekmek yoktu, dört tane oğlan çocuğu, kolay mı? Küçüğü bilirdi ki babası gezmededir da gelecek... Biz da öyle derdik, maraz etmesin diye. Potinin üstü vardı, altı yoktu çocukların... Ya... Öyle bir şey... Ondan sonra işte, oraya buraya, oraya buraya... Dediler ki İngiliz para verecek hani 10 sene işledi. Giden, gelin, atar seni o yannı, bu yannı... Neler çektik. Ercan kazandı okulu, Türkiye’ye yollayacayık – banka müdürüdür ya Lefkoşa’da şimdi Ercan Özgüm – para yok... Sınıfı iyi geçtiği için burs aldıydı... Bir defa kesildi bursu, gittim, adamın biri yukarı yollar, aşağı yollar, ondan sonra kızdım! Dedim “Niçin yahu? Hukare çocuğun notları yüksek, niçin kesersiniz bursunu? Nereden bulacam ben da yollayım?” O vakit, “Tamam teyze” dedi. Dört sene Balıkesir’de okudu...

 

SORU: Sonra ne yaptınız?

FİKRİYE ÖZGÜM: İkinci oğlum Ali, o da kazandı Türkiye’yi... Ortaokul öğretmenliğini kazandıydı ama o zaman çok öldürürlerdi gençleri.. Okula girerlermiş silahlarla... Türkiye’de dayak da yedi... Sekiz dikiş attılar kendine... Dövdüler yok sağcısın yok solcusun – çocuk bir aylık gitmiş idi Türkiye’ye, ne bilir? İki parti kavga eder, yedi dayağı... Bir arkadaşı vardı Türkiyeli, aldı kendini, köylere gitti, kaçmadı... Ondan sonra hastanede yattı... Bunda da girdiydi, bundakini da kazandıydı... Kaçtı, geldiydi... Girdi buraya, Girne’de muavindir şimdi...

İşte küçüğü lise mezunudur, Arzu’nun babası Mustafa da lise mezunudur.

 

SORU: Kocanızın alındığını duyduğunuzda ne hissettiydiniz?

FİKRİYE ÖZGÜM: Dört tane çocuk, ben çocuk, onlar çocuk!... Nere gidecen yabancı yerde? Bu Behiç Bey’in hanımı vardı, Fatmalar’ın anneleri... Onun babası da kayıptı... Onlarla dertleşirdik, napacan başka?

 

SORU: Bekler miydiniz dönsün?

FİKRİYE ÖZGÜM: Hala daha beklerik... Bir zaman torunlarımdan biri bana “Bir gece kapı çalınırsa?” dediydi... “Çalınırsa, açacayık” dediydim... Çünkü mezarını bilmen... “Üç aylar”da ruhlar salmadır – bir kelebecik geldi bir gece, gezer başımda... Torunum Arzu da geldi, “Bak” dedim, “aha deden gelir!...” Arzu da, annesi da vardı burada, “Hade anne biz çıkalım da dedemnan konuşacakları var!” dedi!... Ama kelebek daha evvel kaçtı!... Sonra baştan geldi bir kelebek, bütün odalara girdi, gezdi her tarafı! Ercan’a dedi Mustafa, “Be, baban söyledi evleri boyayasın!” O da bulur bir boyacı, yollar bize! Boyattı bana evleri geçen sene, bayramda!... Şimdi incitirler bana, “Üç aylar gelmedi?” derler! Dünyanın hali işte... Lazımıdı İngiliz’i dava etsinler, değil? Niçin parayı vermez? Öldü, yazık oldu ama kalana da yazık. Ne yeycen, ne içecen? O zaman hiçbir şey vermediler.

Bu yannı geçeceğimizde bize “Gideceksiniz, o yanda bulacaksınız kendilerini... Mağaradadırlar, ayaklarında zincirler vardır, sakallar burada...” dediydiler. Üslerde çadırlarda kalırken “Gideceksiniz, bulacaksınız kocalarınızı ama tanımayacaksınız” dediydiler. Oradaki insanlar söylediydi bize... Biz da geldik, mağara ararık... Geldik eve beklerik... Hani? Yerlerinde yeller eser... Adam bıçak tutmaz, tüfek tutmaz... Yolda giderken, çık sen da al... Onu, karşı karşı tamam, ama yolda giderken onun ne suçu var?

 

SORU: Evdim’e gittin mi hiç?

FİKRİYE ÖZGÜM: Gittim ya...

 

SORU: Ne hissettin gittiğinde?

FİKRİYE ÖZGÜM: Böyle, yıkıntılık çok... Benim evde oturur bir Rum, mermer koydu... Çimentoydu eskiden, çimento yaparlardı, para ne arardı? Yatak odası bir taneydi, etti bir daha... Mutfak... Tahtaydı kapılar, alaminyo koydu... İngilizce da konuşur, küçük torun bilir İngilizce... “Sorar sana nene” dedi, “ister miymişin gelesin evine?” Dedi kendine “Yok istemez...” Rum da babasını öldürmüşler diye gelmezmiş bu tarafa... Hazzetmez... Gelmezsa, gelmesin, napayım? Öyle...

Evdim güzeldi ben otururken, sineması vardı, herşeyi vardı, ceryanı yoktu... Sinemayı jeneratörnan işletirlerdi... Buzluk yoktu, televizyon yoktu, bir radyocuk, onunla oyalanırdın... Sonra koydulardı ceryan ama çok kalmadıydık, kaçtıydık... Buzluk aldıydık, yeni kağıtta kaldı, koltuk aldıydık, kaldı...

 

SORU: Fikriye Teyze, bence sen işi deliliğe vurdun, hayatta kalabilmek için...

FİKRİYE ÖZGÜM: Kolay mı? Yalınayak gezerdik, entari ne arardı? Okutacan, evlendirecen... Düğün ettim hepsine, çalgılı, şeyli... Hepsine düğün ettim... Napalım? Başa gelen çekilir... Şimdi sekiz tane torunum vardır. Küçük oğlum Tünay, oğluna Bayram adını verdi... Şimdi Yakın Doğu’ya gider...

(YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler – Sevgül Uludağ – Haziran 2006)

 

PAZARTESİ DEVAM EDECEK

Bu yazı toplam 3845 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar