Onca yıl geçiverdi işte…
Onca yıl geçiverdi işte…
Neriman Cahit
Okuduğum bir yerlerden kaldı her halde aklımda… Çok yakınımda… Ya da, tam anlamıyla beni ilgilendiren bir olayda:
“Benim olmayan bir sevinç” ya da,
“Benim olmayan bir hüzün duyuyorum” diyorum.
Nedenini – nerden / neden – öyle söylediğimi de bulamadım – bilmiyorum…
Oysa, şiiri çok seviyor ve çok dikkatli okuyorum ama taa ilkokuldan bu yana kesinlikle pek ezberleyemiyorum…
Dün bir arkadaş geldi… Uzun uzun konuştuk: “Ben, öyle çok romantik şiirleri, yazıları anlayamıyorum…” dedi…
“Şiir sever misiniz ya da öykü / roman okumayı” dedim…
- Çoğu zaman okuyup bitiremem, çekmez beni… Zaten, dediğim gibi, çoğunu anlamam da!
NEYİ… KİMİ ANLIYORUZ…
Ona söylemedim ama, yalnız kalınca: ‘Neyi, kimi anlıyoruz ki zaten’ diye söylendim kendi kendime.
Hem, şiirler anlaşılmazlar, duyarız onları bir anlığına… Ve, belki de şairin demek istediklerinden farklı şeylerdir duyduklarımız…
Ama olsun, bize bir şeyler verirse, verebilirse yeter…
Öyle şiirler var ki, bize; neredeyse, bizim olmayan duygular, sevinçler duyururlar…
Ör. geçen gün Cansever’in şiirinden iki dize okudum bir yazıda:
“Zamanla değil, bir yerde
Benim olmayan bir şeyle
Yaşlanıyorum…”
***
Birden öğretmenlik yaptığım köylerde buldum kendimi… Otuz beş yıllık öğretmenlik hayatımda da yazdım: Ben gazetelerde, dergilerde takma adlarla yazdım ve, ‘Hasan H. Esen’ adıyla da, iki kez dava edildim… İkinci dava, o zamanın Başbakanı Sevgili Mustafa Çağatay tarafından açılmıştı. Onu ağır eleştiririm diye… Ama, karşısında bir erkek yerine, bir ‘kadın’ görünce çok şaşırmış ve akabinde birbirine çok saygısı olan iki dost olmuştuk…
Onunla uzun bir röportaj yapmıştım…
Yaz tatilinde de ‘hayatını’ yazacaktım ama röportajım bittiği gün ‘O’ acı bir sonla – kazayla – hayatını noktalamıştı… (Bende hala aynı sevgi ve saygıyı bırakarak…)
***
Onca yıl geçiverdi işte…
Ve, en sonunda anlıyor insan ki: İnsanın insana verebileceği en büyük şey: YALNIZLIKTIR…
Benim, buna ek olarak uzun bir süredir çözemediğim durum da var; ki, bazen o kadar bunaltıyor ki beni… Sürüsünü ovaya salan çoban gibi, salıvermesem herhalde keçileri tam kaçırırdım…
Ama, aslında o kadar derli topluyum ki ‘kaçırma’ olgusu hiçbir şekilde olmayacak…
Ama, ya toplum hep birden ‘toptan’ kaçırırsa…
---------------------------------------------
HERKESİN GÜNAHI VE SEVABI KENDİNE…
Şatafatlı, payeli, paralı kişilere neden ‘kalburüstü’ dendiğini hiç düşündünüz mü? Kum elemişseniz bilirsiniz, hiçbir işe yaramayan molozlar kalır kalburun üstünde…
Yalnızlık denen şey, duruma ve bakış açısına göre değişir… Yalnızlık bir ruh hali ve düşünce biçimidir çünkü...
Ve yalnızlık, bazen iyi geliyor insana… Bazen insanın yalnız olduğu zaman hüzünlenmesi… Toplumun bize, yalnızlığın, doğru bir şey olmadığını söylemesinden ileri gelmiyor mu acaba? O zaman birinin - yüreğimizdeki her duyguyu, kafamızdaki her düşünceyi anlayacak birinin - yanımızda olmasını diliyoruz… Ama:
• Bana göre yapılacak iyi bir işi ve birkaç iyi dostu olan insan yalnızlık çekmez…
***
Erkeksiliğin egemen olduğu toplumlarda kadınların…
Tüketim ağırlıklı toplumlarda üstüne çok düşülen çocukların…
Aşmak zorunda oldukları bir karmaşa vardır: Nesneleşme…
***
Yeryüzü ve toplumu özgür biçimde kavramak, kendilerini, kendi istekleri yönünde geliştirmek yerine, onlar için oluşturulan ‘kalıbı’ doldurmak zorunda kalırlar…
Hele de bu kalıp, çekici ise, rahat yaşam koşulları, ün ve sevgi kazandırıyorsa… Engeli aşmak daha da güçleşir…
Kendilerine, sürekli olarak yerine göre erkeklerin, büyüklerin ya da izleyicilerin gözüyle bakar. Varlıklarını tıpkı başkalarının onları kavradığı gibi bir nesne olarak kavrarlar… Onlar için, ‘başarısızlık’ en büyük tehlikedir… Bu yüzden, güvenli yolları izlemek zorundadırlar…
Oysa, gene bu yüzden… Bir nesne gibi kullanılır ve terk edilirler…
HALA BELLEĞİMDE…
Yıllar önce okuduğum bir şiir hala belleğimde… Bir kuşun ölümünü anlatıyor ama olağan olmayan bir ölüm için kuşun tüm çevresini zorluyordu Ozan… “Onu biz öldürdük…” diyordu…
“Kimimiz dürtükleyerek, kimimiz güneşini kapayarak, kimimiz yiyeceğini keserek ve kimimiz suyuna ‘ağu’ katarak…
Evet
Kimimiz suçluyuz…
Onları biz öldürüyoruz… Öldüreceğiz…
VE…
Ve, yıllar sonra, toplumsal olaylar nerelere iter kişiyi… Neleri anımsatır…
“Keşke yamyam olsaydık / başkalarını yerdik hiç olmazsa… Birbirimizi yiyeceğimize…”
İnsanoğlu, bu yönüyle öğünmeli mi bilmem!.. Dünyada, kendi soyunu yiyip bitiren – hayvanlar da dahil – başka bir tür yok da!
• Bu konuda da şeref insana ait! Nasıl da yiyoruz birbirimizi… İpe çekiyoruz… Bir tamtamlarımız eksik…
***
Maalesef, insanlar bağımlıdır…
Önce, kendi bedensel ve ruh yapısının, sonra: ‘Doğanın ve Toplum yasalarının tutsağıdır… Bu kölelikten, ancak, kendi savaşımıyla kurtulur ve bağımlı olduğu yasaları bilerek kendini, doğayı – en genel anlamıyla – dünyasını tanıyarak ve dönüştürerek ‘aklıyla’ özgürlüğünü elde eder…
Özgürlüğün başlaması da: ‘Bilinçlenme ile eş anlamlıdır…’
***
Yazımı bir ‘Sonuçla’ bağlamak istiyorum:
Benim, Soyum sopumla iftihar etmeye ne ihtiyacım vardır ne de hakkım.
Aynı şekilde, hiç kimsenin de ecdadıyla öğünmeye hakkı olmadığı gibi… Kendisini, dünyaya getirenlerin günahlarından da sorumlu değildir kişi…
Herkesin günahı ve sevabı kendisine aittir…