Onun o tarifsiz kederleri
Aşk bir saçmalama alanıdır. Bir çeşit hastalık hali... Güçlü görünen pek çok kişinin onun yüzünden nasıl yerlerde süründüğünü görmüşsünüzdür. Bir aşkın ne olduğunu gerçekten tatmış olanlar çevreden sıklıkla işittiğimiz “aşık oldum” sözünün aslında daha hafif bir durumu betimlediğini bilirler. Aşk, kimilerince bir hafiflik gibi algılansa da her türlü ağırlıktan daha ağır birşeydir. Türlü bilimsel yorumu yapılabilir ama edebiyattan, şiirden öte anlatıcısı yoktur. Zaten anlatılamaz; onun o büyüleyici halleri, tarifsiz kederleri hiçbir söze, dizeye sığmaz.
Burada sözünü ettiğim, saplantılı büyük aşklar tabii ki... Kimisi için aşk, kendini seyrettiği bir aynadır çünkü. Bir başkasında kendi güzelliğini ve değerini onaylatma aracı... Hatta bazen bir hayat arsızlığıyla, tıpkı diğer şeyler gibi, varsa yaşanması gereken, kendisinin de sahip olması gereken bir şey. Aşk diye birşey varsa bende de olmalı yarışması.
Pek çoklarının aşkı elde etmek için yararlı taktikleri vardır. ”Sakın kovalama, çok sevdiğini açığa vurma; kaçar”, “Kayıtsız ol. Aşk sana o zaman gelir”. Ne var ki saplantılı büyük aşk böyle planlama ve strateji yapamayacak kadar delirmiş, taşmış, dengesini yitirmiş bir şeydir.
Pek çok insan için aşk, öncelikle filmlerden, kitaplardan öğrenilmiş olandır. Çocukluğumun yazlık sinemalarında genellikle bir yanlış anlamadan dolayı acı çekilen Türk filmlerini izlerdik. İlkgençlikte sinemadan çıktıktan sonra bir süre kendimi filmin başrol kadın oyuncusu sanır; onun bakışlarıyla bakıp onun mimiklerini kullandığımı fark ederdim. O büyülü dünya, sıkıcı hayatlarmızı renklendirirdi.
Savaşta sakatlanmış bir genç abi vardı şehirde. Şiirler yazardı. Güzeller güzeli bir tezgahtar kıza aşıktı. Benimle ona mektuplar gönderirdi. Bir gün, aldığı yüzüğü bana göstermişti. O gün tezgahtar ablanın yanına gidip “Yüzüğünü beğendin mi?” diye sormuştum. Yüzüğü henüz vermemiş meğerse. Sinirlenmişti kız. Abiyi önemsemediği, belki de sakatlığından dolayı hor gördüğü apaçıktı. Abi ise işi ben bozmuşum gibi davranmış, o yaşta derin suçluluk duyguları yaşamama neden olmuştu.
Kapılar açılmadan önce gerçekleşen iki toplumlu buluşmalarda bazen kriz halinde ağlamalar olurdu. Erkekler de ağlarlardı. Geçmişteki travmalardan söz edip ağlamak legalleşmişti bir anlamda. Savaşa ve çocukluğa dair öyle dokunaklı anılardı ki bunlar, gözyaşlarını tutamazdın zaten. Şarkı söylenirken de ağlanırdı. Özellikle benim on yedi yaşımdayken sözlerini yazdığım “Hangi Yarısı?” şarkısı... Sanki bütün bir ülke yıllarca ağlasın diye sonsuz yalnızlığımla, bunalımlı bir tatil gününde, içimi acıtanları kağıda dökmüştüm. Bazen ağlamalar çığırından çıkardı. O yıllarda, ASTRA radyosunda sunduğum “Barış Bahçesi” isimli programımı gözlemlemek için radyoya gelen ve bu şarkıdan sonra kriz halinde hüngür hüngür ağlayan iki toplumlu koro elemanlarını görerek,” Kleenex kutusuyla barış kurulmaz” diye yazan Guardian muhabirine çok içerlemiştim ama, doğrusu şimdilerde biraz hak verir gibiyim.
Sonraları galiba şöyle birşey oldu: Barış toplantısında ağlamak kabul edilir birşeydi ve bütün ağlamalar oraya taşındı. Yani bazen bakıyordum da bölünmüş ülkemiz için mi, yalnızlığımız için mi, yitirdiğimiz gençliğimiz, kırık aşklarımız için mi yoksa bunların topu için mi ağlıyorduk; tam çıkaramıyordum. Zaten hep öyle değil midir? Bir kez ağlamaya başladın mı birikmiş bütün ağlama nedenleri oraya toplanır. Hayattaki zulüm ve adaletsizlikler, tüm ayrılmalar, bölünmeler, yitirilenler için ağlanmaktadır sonuçta.
Şu aşk denen baş belası kimleri süründürmedi ki? Yunanistan’ın ünlü Aliki Vuyuklakisi, onca erkeğin aklını başından almış kadın, kendisini terk eden sevgilisi Dimitris Papamihail için ağlamakta ve Yunan televizyonu bunu çekmektedir. Zalim adam kameralara dönüp Aliki’yi istemediğini, geriye dönmeyeceğini söyler. Bu bir film değildir. Bu kez Aliki Vuyuklaki kendi aşkı için ağlamaktadır ve hala Dimitris’i çok sevdiğinden söz etmektedir
Ne demeli? Bu kadar aşk acısı da insan haklarına aykırı.