Organik İşler Bunlar…
Bilinçli tüketici olalım... Organik takılalım…
Biz bir ‘’yemek yeme’’ toplumuyuz, malûm. Yemek kültürünün toplumsal yaşamımızda çok önemli yeri var… Yemekle sosyalleşiriz. Doğumda, düğünde, cenaze evinde, yıldönümlerimizde, özel günlerde hep oturup yeriz, içeriz... Politikanın merkezinde bile yemeli – içmeli toplantılar var…
Tokluktan ölenler toplumu olabilecekken, nice toklar için yardım bile toplarız.
Hal böyle iken ve yemek yeme kültürümüz bu kadar tavan yapmışken, “yediklerimize ve içtiklerimize biraz dikkat edelim” diyorum. Yıllarca zirai ilaçlarla zehirlenmiş gıdaları yedik. Hormon kullanımı o kadar abartıldı ki, enginar tarlalarından, hormondan çatır çatır çatlayan enginarların sesleri yükseldi. İçi su gibi, dışı bayrak gibi boyanmış domatesleri; kalıptan çıkmışçasına dökme dökme ve de buzluklarımızda çatır çatır büyümeye devam eden salatalıkları beğendik ve yedik. Hayvansal yağdan damarlarımız tıkanmasın diye kırmızı etten kaçarken, 25 günde kesilen hormonlu tavuklarla besledik canlarımız, ciğerimiz çocuklarımızı. Kanser olduk, hastalandık, doktor doktor gezdik, yine de sorgulamadık yıllar boyu ne yediğimizi, ne içtiğimizi… Şimdilerde hepimiz engellenemez bir korku ve depresyonla yaşıyoruz. ‘’Acaba ben ne zaman kanser olacağım, ya da kalp krizi geçireceğim?’’
ORGANİK TAVUK ÜRETİMİ…
Yıllar boyu tavuktan tat alamayan, evine tavuk sokmayan biri olarak bir yıl önce ‘özgür tavuk’la tanışmıştım. Tarlalarda, doğal ortamlarda beslenen bu tavukları yerken çocukluğumun lezzetini yakaladığımı düşünmüştüm. Kemikleri çiğnenmeyen, eti sert ve lezzetli bu tavuklarla ‘Magarına bulli’ bile bir başka güzel. Geçtiğimiz hafta kasaba uğradığımda kasap “Artık organik tavuk satıyoruz. Tamamen doğal ortamda yetişiyor” dedi ve tavukların yetiştiği ortamın fotoğraflarını gösterdi. Gülümsedim. Mutlu oldum. “Yavaş yavaş, olacak…” diye düşündüm.
Olacak sevgili dostlar, biz talep edersek, bilinçli olursak olacak. Organik ürünler satan marketler ve pazarlar Türkiye’de ve dünyada yıllardır çok popüler. Özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler organik tarıma ve buna paralel olarak da organik gıda ihracatına çok önem vermektedirler. Bizim adamızda da bu tür çiftlikler var. Yapacağımız tek şey, bu tür organik ürünleri talep etmek. Biz talep ettikçe, üretim de artacak, rekabet de… Ve mecburen denetim de…
TÜRKİYE’NİN SUYU VE ORGANİK TARIM…
Gündemimizde Türkiye’den gelecek su var… 2014’de gerçekleşecek bu proje… Türkiye’den gelecek olan suyla da özellikle organik tarım teşvik edilebilir. Bu bakış açısı bir devlet politikası haline getirilirse, hem tarım sektörümüz canlanır, hem de en önemlisi sağlığımız kurtulur. Kıbrıs Türk Ticaret Odası, bu yıl hazırladığı ‘’Rekabet Edebilirlik Raporu’’nda bu konuya da değindi. Raporda, Türkiye’den gelecek olan suyun özellikle organik tarımı geliştirmek için kullanılması önerilmekte. ‘Niş’ ürünler yetiştirilmesinin, ihracat bağlamında da ülkeye katkı sağlayabileceğine dikkat çekiliyor.
Suyun plastik şişelerde muhafaza edilmesi ve uzun süre güneş altında bekletilen özellikle kalitesiz plastiklerin kanserojen olduğu ile ilgili çok şeyler konuşuldu ve yazıldı. Artık çoğu restoranda cam şişeler var. Bazı su şirketleri cam damacanaları yaşamımıza sokmuş durumda… Marketlerin raflarında cam şişeler içindeki suyla karşılaşabiliyoruz. Zaten Avrupa’dan ve Güney Kıbrıs’tan getirtilen içme suyu hep cam şişeler içinde.
BELEDİYE VE DENETİM…
Sakın ola, ‘Organik ürünler daha pahalı’ diye düşünmeyin. İnanın sağlıksız beslenerek doktora ve ilaca verdiğimiz para çok daha fazla. Bireysel ve aile olarak ve hatta toplum olarak çektiğimiz acı da cabası…
Önümüzde Lefkoşa Belediye seçimleri var. Bana göre bizden oy istemeye gelecek olan adaylardan isteyeceğimiz en temel insan hakkımız olan ‘musluklardan temiz su akması ve yediğimiz gıdaların denetimidir’ dostlarım. Lefkoşa’ya bir su arıtma tesisinin kurulması hiç de zor değildir. Marketlerde satılan gıdaların denetlenmesi de... Çoğumuz, arıtılmış su taşıyan su tankerlerinden su alıyoruz. Bu tankerlere avuç dolusu paralar ödüyoruz. Tankerlerin, Lefkoşa sokaklarında yaptıkları trafik kirliliği çok rahatsız edici. Ve en önemlisi bizim gibi su sorunu olan bir ada ülkesinde su kaynaklarının bu şekilde israf edilmesi de adanın geleceği için en büyük tehlike…
Tıpkı Nazım Hikmet’in dediği gibi ''KURTULMAK YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER YA DA HİÇBİRİMİZ !''
***
MESLEKTE 25 YIL…
Biraz hüzün, biraz da gurur vardı yüreğimde meslekte 25’nci yıl plaketimi alırken… 25 yıldır sağlık gibi kutsal, bir o kadar da sorumluluk gerektiren bir meslekte hizmet edebilmenin onuru ve gururu…
25 yıldır benim de içinde bulunduğum sağlık hizmetlerindeki sistemin hâlâ daha yerinde sayıyor olması... Hâlâ daha Sağlık Çalışanları Yasası’nın, Genel Sağlık Sigortası’nın, Özel Hastaneler Yasası’nın Tıp Bayramı töreninin baş gündem maddeleri olmaları. Bu sorunlara eklenen ‘Uçan Doktorlar’, denetlenmeyen, nasıl doktorlar yetiştireceği belli olmayan ‘Tıp ve Diş Hekimliği Fakültelerinin açılması’ ve daha nice sağlık çalışanlarına ait özlük hakları sorunlarının eklenmesi ise bana büyük hüzün veren konulardı.
Ve bu Tıp Bayramı töreninde kanımı donduran bir başka konu vardı ki; sanırım 14 Mart Tıp Bayramı etkinliklerine damgasını vuran olay oldu. Bu adada en önemli insan hakları ihlalinin başında sağlıksız beslenme geliyorsa; en az onun kadar önemli olan bir de insan ticareti vardır. Gözümüzün önünde ‘seks kölesi’ olarak devlet izni ile kadınların satılması en temel insan hakları ihlalidir. Hastanelerimizde hastalar ilaç bulamazken, tahlil yaptıramazken bu konunun ‘anekdotunun’ tıp töreni gibi saygın bir törende anlatılması ve çözüm üretmesi gereken mercilerin ‘düzeltilemez olarak’ konuyu gündeme getirmeleri acizliğin resminin çizilmesiydi.
Ama benim esas kanımı donduran kırılma anı Tabipler Birliği gibi bir kurumun çatısı altında bu sözler sarf edilirken, toplumun en saygın bireyleri olarak adlandırılan bizlerden bazı insanların tepki vermek yerine gülmeyi seçmiş olmasıydı. Elbette ki; o törendeki çoğu kişi o sözleri onaylamadı ama toplum olarak her şeyi öylesine kanıksadık ki; böylesine utanç verici bir konuda bile yüzümüz kızaracağına, tepki vereceğimize gülebiliyoruz. Ah şu kanıksayan toplum hallerimiz!.. Başımızı ellerimizin arasına alıp düşünme zamanıdır dostlarım. Karanlıklara ‘MUM YAKMA’ zamanı…