1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. ‘ÖTEKİLERİN HAKİKATLERİ’
‘ÖTEKİLERİN HAKİKATLERİ’

‘ÖTEKİLERİN HAKİKATLERİ’

Cumhuriyetçi Türk Partisi bünyesinde kurulan Barış Çalışmaları Merkezi’nin “Barışı İnşa Sürecinde Kıbrıs” “Barışı Hayal Et” başlığı altında düzenlediği konferansların dördüncüsü Cumartesi gerçekleşti “Ötekilerin Hakik

A+A-

Cumhuriyetçi Türk Partisi bünyesinde kurulan Barış Çalışmaları Merkezi’nin  “Barışı İnşa Sürecinde Kıbrıs” “Barışı Hayal Et” başlığı altında düzenlediği konferansların dördüncüsü Cumartesi gerçekleşti

 

“Ötekilerin Hakikatleri”

 

 

Cumhuriyetçi Türk Partisi bünyesinde kurulan Barış Çalışmaları Merkezi’nin  “Barışı İnşa Sürecinde Kıbrıs” “Barışı Hayal Et” başlığı altında düzenlediği 5 ayrı konferansın dördüncüsü üçüncüsü dün “26 Kasım Cumartesi) Girne Dome Otel’de yapıldı.

Saat 19.00’da başlayan ve Hakkı Yücel’in yönettiği  “Ötekilerin Hakikatleri” başlıklı oturumun konukları, Türk akademisyen, editör, ekonomist ve gazeteci Ahmet İnsel, Kürt asıllı Türk siyasetçi, gazeteci ve yazar Orhan Miroğlu oldu.

 

İNSEL

 

Gecenin ilk konuşmacısı Ahmet İnsel, herkesin barış istediğini ancak barışın düşünüldüğü kadar da evrensel olmadığını, insanların kendi bakış açılarından algıladıklarını gördüklerini kaydetti.  İnsel sözlerini şöyle sürdürdü:

“Tılsımlı bir kelimedir. Doğal bir hakikattir, herkes katılır ama herkesin o doğal hakikati örtüşmez. Herkes kendi bakış açısından o doğal hakikati tanımlar. Barışı konuşmak, tasarlamak için sorunu önce barışmak istediğimiz dünyanın gözünden de görmemiz gerekir. Taraflar ortak dil, ortak bakış ve beraber yaşama iradesi gösterdiğinde barış olur. Barış dediğimiz olgu birbirleriyle iç içe yaşayanların sorunudur. Amerika’yla Moğolların barışmak gibi bir sorunu yok, ta ki iç içe yaşayıncaya kadar. Ama siyahlarla beyazların, Kızılderililerin iç içe yaşadıkları için barışmak gibi bir sorunları var. Dolayısıyla barış söz konusu olduğunda “biz” ve “öteki” var demektir. Barışmak söz konusu olduğunda bunun bir geçmiş hikâyesi, tarihsel birikimi, bir geçmiş sorun ve ihtilaf var demektir. Barışın bir tarih boyutu, tarihle yüzleşme boyutu var demektir.

 Tarih belgedir derler ama aslında tarih bir algıdır. Tarih bugünün beklentileri, endişeleri üzerinden geçmişe bakıp tarihe bakmak demektir. 1850 de, 1915’te ne olmuş dediğimizde 1930’da, 1980 de, 2011’de vereceğimiz yanıtlar farklı olur. Sorunu tarihçilere havale edelim, onlar karar versinler, bu sorunu öyle çözelim, komisyon kuralım diyerek barış sağlanamaz. Çünkü o tarih bizim bugünkü algılarımızın, endişelerimizin, gelecek beklentilerimizin ışığında olmalıdır… Tarihi anlatırken, biraz da bugün ne olduğumuzu nasıl ifade etmek istiyorsak öyle anlatırız. Bir Kemalist dünyadan Kürt dünyasına bakışın tarihiyle Kürt dünyadan Kemalist dünyasının tarihine bakış farklı olacaktır. Belgelere bakarak tarihle yüzleşelim dediğimizde bu profesyonel bir tarih okuması olur ama sosyal bir karşılığı olmaz. Biz nasıl bir insan, nasıl bir toplum tahayyül ediyoruz? Başkalarıyla, ötekiyle birlikte olmaktan hoşlanmayan, çoğulcu olmayan bir toplum mu tahayyül ediyoruz yoksa çoğulcu, başkalarıyla, ötekiyle birlikte bir toplum mu tahayyül ediyoruz. Mesele budur… Herkesin aynı dili konuştuğu, aynı dine mensup olduğu, aynı kültürel özelliklere sahip olduğu bir dünyada mı mutlu olacağız yoksa farklılıkların olduğu bir dünyada mı mutlu olacağız. Farklılıkların olmadığı yerde özelliklerimiz zenginlik değildir. Ancak farklılıklarla birlikte zenginleşilir. Ulus devletlerin oluşumuyla birlikte farklılıklar önceki döneme göre daha azaldı. Bu demek değil ki ulus devlet öncesi farklılıklar çok makbuldü? Bunu eski kabile toplumlarında görebiliyoruz. Kendisinden olmayanın kirli sayıldığı kabileler biliniyor. Ulus devlet başka bir şey yapmış, insanları ya dil, ya etnik özellikler üzerinden homojenleştirmiş. Buna dini de katmış bir ölçüde. Son 2 yüzyıldan beri aşağı yukarı artan biçimde ulusal ihtilaflar ortaya çıktı. Bu coğrafyada son 1-1 buçuk yüzyıldan beri öteki kavramı ulusal ihtilaflarla ortaya çıktı. Eski Osmanlı coğrafyasında bir Sünni bir Yahudi ile karşılaştığında, Yahudi’nin yolun kenarına çekilip yol vermesi beklenirdi. Bu kadim bir eşitsizlikti. Ulus devlet işte bu kadim eşitsizliği reddetti. Fransız devriminde eşitlik önemli bir kavram haline geldi ama ötekinin de sizinle aynı haklara sahip olması gerçeği, sizin sahip olduğunuz hakların elinizden çıkması anlamına geliyor ve bu da büyük bir ihtilafa kaynaklık ediyordu. “öteki” benimle eşit midir? Eşit olabilir mi? Bugün Türkiye’de ihtilafın en büyük nedeni ister PKK deyin, ister şiddet deyin, ister 80 darbesi deyin ne derseniz deyin, en derin neden Türk çoğunluğun Kürt azınlıkla eşitliği kabul etmemesidir aslında. Kürtler de kendi azınlıklarıyla, Süryanilerle, Yezidilerle eşit olmayı kabul etmezler. Öteki benimle eşit olamaz. Öteki benimle eşit olduğu zaman ben bir ana niteliğimi kaybederim endişesi vardır. Kıbrısta da benzer durum var. Rum toplum, Kıbrıslı Türklerle eşitliği kabullenemediği için sorun var. Beraber yaşamak ayrı şeydir, o beraberliğin içerisinde başkasını eşit olarak kabul etmek ayrı şeydir. Osmanlı dönemde barış vardı, herkes kendi cemaati içinde mutlu yaşardı deniyor. Doğru. Herkes kendi cemaati içerisinde, kapalı biçimde mutlu yaşardı belki ama cemaatler arasındaki eşitsizlik göz ardı edilmemelidir. Yüzleşme dediğimizde, ermeni sorunuyla, Kürt sorunuyla, 1915 ermeni soykırımıyla, 38 dersimle, varlık vergisiyle, 6-7 Eylülle, Maraş, Sivas katliamıyla yüzleşme dediğimizde aslında eşitlik sorunuyla yüzleşmeyi gerektirir. Yüzleşme dediğimizde temel sorun ötekiyle eşit olma meselesine nasıl baktığımıza yanıt vermemiz gerekir. Kadın-erkek eşitsizliği evrensel bir sorundur ama kıbrıs sorunuyla yüzleşme meselesi örneğin bizim evrensel olmayan, coğrafyamızla ilgili bir sorundur. Alevi katliamlarıyla yüzleşme de böyledir. Dersim katliamını kentli modernlerin köylü topluluğu ıslah etme, düzene sokma operasyonu olarak da görebiliriz. Genel bir kanı, bu toprağın insanının hoşgörüye, çoğulculuğa açık insanlar olduğu mitolojisiyle büyüdük. Bizde ırkçılığın ayrımcılığın olmadığı inancıyla yetiştik. Oysa bu topraklarda ötekiyle ciddi problemlerin olduğunu görüyoruz. Ötekiyle yüzleşmenin bize ne faydası var denilebilir. Dersimle, 1915’le, Kürt-Alevi-Ermeni katliamlarıyla yüzleşmenin ne faydası var denilebilir. Yeni bir sayfa açalım denilebilir. Bu olamaz. Yeni sayfayı ancak hâkimler açabilir. Kendisinin üstünlüğünü, tarih yazma, yeni tarih yapma egemenliğini hakkı olarak görenlerin söylemidir yeni sayfa açmak. Çünkü insanlık tarihi hiçbir aşamada beyaz bir sayfayla başlamaz. Bu geçmişi unutalım, yeni sayfa açalım dediğimizde, geçmişi gerçekten unutabiliyor muyuz? Önümüze Ermenilikten Müslümanlığa dönmüş insanlar çıktığında neden onların hala ermeni oldukları bilgisini tutuyoruz? Demek ki yeni sayfa açmaktan söz ederken aslında geçmişe dair bir takım bilgileri zihnimizde tutuyoruz. Misyoner faaliyetleri tehdit olarak görülüyor. Yani? Hristiyanlığı tehdit olarak görüyoruz demektir. Aslında geçmişi unutalım diyenler çok büyük bir korkunun esiri olarak, ötekinden korkmaya devam ediyorlar. Türkiye cumhuriyeti tarihte yeni bir sayfa açtık, her şeyi geride bırakalım temiz sayfa açalım demesine rağmen her an tehditle karşı karşıya olduğu hissiyatıyla hareket etti. Rumların sürülmesi, Ermenilerin tehcir edilmesi, ama aynı zamanda balkanların ötekisi olan toplulukların varlığı hep bu hissiyatı besleyen ve bu hissiyattan kaynaklanan öteki korkusudur. Biz hala İstanbul’un fethedilmesini kutluyoruz. 500 küsur yıl sonra bile hala İstanbul’un bizim olduğunu ispatlamaya çalışıyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Fetih günü diye bir kavramı Osmanlı düşünmedi. Osmanlı, fetih günü diye bir şey yapmadı. İlk kutlama 1953’te yapıldı. Biz ötekiyle yüzleşmediğimiz için ötekinin gelip İstanbul’u elimizden alacağından korkuyoruz. 3000 kişi kalmış Rum topluluğu ve fener patrikhanesinden korkuyoruz. Dünyada en fazla düşmana sahip olmaktan korkuyor ve aynı zamanda övünüyoruz bununla. İç düşman diye bir kavramımız var. 2002 ya da 2003’tü yanılmıyorsam harp akademilerinde kuvvet komutanı bir törende “siz bu akademide bu ülkenin iç ve dış düşmanlarıyla mücadeleyi öğreneceksiniz” diyordu. Ne demek iç düşman? İç düşman varsa, iç düşmanla savaş varsa, iç savaş var demektir. Olabilir mi böyle bir şey? Ama biz geçmiş zaman korkularıyla yaşıyoruz. Bu korkuyla ve bu korkuyu besleyen tarihle yüzleşmiyoruz. Beyaz sayfa yüzleşme ile değil inkâr ile açılmış. Ama o beyaz sayfa yıllar sonra inkar edilmiş cesetlerle anlamsızlaşıyor. Ötekiyle de kendimizle de yüzleşmediğimiz için her an birbiriyle çatışmaya, birbirini boğazlamaya hazır bir toplum olarak yaşıyoruz. Ötekiyle yüzleşmekten söz ederken neden eşitlik meselesiyle yüzleşemediğimize yanıt vermemiz gerekir.”

 

MİROĞLU

 

İnsel’in ardından söz alan Miroğlu,  Mardin Midyatlı olduğunu kaydederek sözlerini şöyle sürdürdü:

“Siz 64’te bir trajedi yaşarken biz de Mardin’de başka bir trajedi yaşıyorduk. Siz saldırıya uğradığınızda oradaki Müslüman toplumu galeyana getiriyor ve Süryanilere saldırılar gerçekleştiriliyordu. Süryani bir erkekle Müslüman bir kızın evlenmek istemesi büyük bir galeyana yol açmıştı. Midyat, Süryani mahallesi olarak homojendi. Kıbrıs’ta kaldığım birkaç gün çok öğretici oldu benim için. Burada yaşananlar Türkiye’ye, Türkiye’de yaşayanlar buraya benziyor. Yüzleşme meselesine girerken ben size biraz Diyarbakır cezaevinden bahsetmek istiyorum. Eğer Türkiye Diyarbakır cezaeviyle 90’larda yüzleşebilmiş olsaydı Kürt sorunu bugünkü biçimiyle yaşanmazdı. Bu yüzleşme ancak şimdi yapılabiliyor. Ben darbeden birkaç ay sonra tutuklandım ve 1988 e kadar Diyarbakır cezaevinde kaldım. 12 Eylül’ün Türk toplumuna etkisiyle Kürt toplumuna etkisi farklı oldu. Mamak ve metriste de çok yoğun işkenceler yaşandı, çok sayıda insan canını kaybetti, sağlığını kaybetti. Ama Diyarbakır cezaevindeki uygulamalar devletin Kürt hareketine karşı tavrını planlaması olarak görülebilir. Cezaevi komutanı “size öyle bir program uygulayacağım ki çıktığınızda kendinizi tanıyamayacaksınız” dedi. Yüzbaşı Esat Oktay yıldıran iç güvenlik amiri olarak görev yaptı. Aynı kişinin 74’te Kıbrıs’ta da görev yaptığı söyleniyordu. Birçok kez “ben kıbrısta Rumların kanını içtim sizin de kanınızı içeceğim” diyordu. 60 a yakın ırkçı milliyetçi marşın ezberlenmesi zorunluydu. Suriyeli tek kelime Türkçe bilmeyen bir kaçakçı, 1 gecede istiklal marşının 10 kıtasını ezberlemişti ki bu zulmün yol açtığı bir mucize olarak görülebilir. Oradaki zulmü gördü ve o korkuyla bu imkânsız şeyi gerçekleştirdi. Zulüm o kadar korkunçtu ki PKK’dan yargılanan 4 kişi bu zulmü durdurabilmek için kendilerini yaktılar. Mazlum doğan 21 Mart 1982 günü hücrede kendini astı. Aynı yıl bir ölüm orucu yapıldı ve 4 insan can verdi. Cezaevi tarihinde 5 Eylül 83 direnişi önemlidir. Katılmayan yok gibiydi. Ve bu direniş az da olsa bir normalleşmeye yol açtı. Ocak 1984’te tek tip elbise kuralı kondu ve tek tipe karşı direniş başladı. Bu direnişte de can kayıpları oldu ve nihayetinde yüzbaşı başka bir yere tayin edildi. Yüzbaşı Saldıran yıllarca saklandı. Orada öyle kötü şeyler oldu ki bunun sonucunda mutlaka birileri intikam alacak diye korkuyordu Yüzbaşı Saldıran. Nitekim oldu da. Günün birinde Esat Yıldıran eşi ve çocuklarıyla bir otobüsteyken öldürüldü. Eşi ve çocuklarına dokunulmadı. Sabiha Gökçen in adının havaalanından kaldırılması istendiğinde birileri diyor ki orada burada birçok yerde pek çok olayın failinin isimleri bir yerlere verilmişken Sabiha Gökçen gibi bir ermeni kızcağızın adından ne istiyorsunuz diyorlar. Ben böyle düşünmüyorum. Kaldı ki Sabiha Gökçen’e Dersim operasyonu sırasında oraya gitme sakın dediklerinde Sabiha Gökçen hayır gideceğim diyor ısrarla. Bunun bir önemi yok tabii. Ama Sabiha Gökçen Havaalanındaki Türkçe ve İngilizce tarihçe tabelalarının farklı olması, devletin de Sabiha’nın mazisi konusunda pek de rahat olmadığını düşündürüyor. Devlet en azından yabancıların bu maziyi bilmesini istemiyor ki Türkçe tabeladakinin aksine İngilizce tabelada dersimi bombaladığına dair tek kelime etmiyor. Ben bunu bilmiyordum Gündüz Vassaf fark etti ve gündeme getirdi. Dersim meselesi niçin şimdi gündeme getiriliyor deniyor. Bir kere bunu AKP getirmedi ki, CHP’li bir milletvekili getirdi. Ama zaten bununla hesaplaşılması gerekiyordu. Muğlalı Paşa adına bir kışla söz konusuydu. Muğlalı 33 Kürt köylüsünü kurşuna dizmekten yargılandı, ceza aldı ve cezasını çekerken öldü. Muğlalı kışlasının adı nihayet değiştirildi.

Diyarbakır cezaevinin müze olma durumu söz konusu. Buranın boşaltılması ve bir hafıza müzesine dönüştürülmesi talep ediliyor, ben de katılıyorum buna. Başbakan Diyarbakır’a gittiğinde buranın yıkılarak bir eğitim kompleksine dönüştürüleceğini söyledi. Diyarbakır sivil toplum örgütleri başbakanı uyardılar ve hükümet bu projeyi en azından şimdilik durdurdular.

Diyarbakır’ı diğer cezaevlerinden farklı kılan şey burada bir etnik hıncın devrede olması ve bir Türkleştirme operasyonunun yürütülmesiydi. 1500 kişi kapasiteli bir cezaevi olmasına rağmen 3-4 bin kişi kalırdı. Bir hücrede 27 kişini olduğunu hatırlıyorum, kapı açıldığında balıkların dökülmesi gibi insan dökülürdü hücreden. Dışarıda tutuklayacak insan kalmayınca bölgedeki CHP’lileri tutukladılar ki Kürt meselesiyle ilgileri bile yoktu onların. Geçen sene KDP’nin davetlisi olarak Erbil’e gittim ve Süleymaniye Cezaevine gittim. Cezaevinde ünlü aydınların, siyasetçilerin, yazarların sanatçıların heykelleri yapılmış ve vaktiyle yattıkları hücrelere yerleştirilmişti. Diyarbakır’da şimdi bu nasıl olacak? Mazlum Doğan orada öldü mesela. Mazlum Doğan öldüğünde henüz yargılanıyordu ve ona PKK üyesiydi demek bile hukuken mümkün değilken ben Diyarbakır cezaevini anlatırken kaçınılmaz olarak Mazlum Doğan dan söz ettiğim için yargılandım.

Biraz da Süryanilerden bahsetmek istiyorum. Süryanilerin ana vatanı diyeceğimiz yer Midyat’tır. Midyat’ta 3-4 dil konuşulurdu. Gümüş işlerinde metal işlerinde Süryani ustalar çalışırdı. 1915 meselesi konuşulurken Süryaniler unutulmuştu. İskandinav ülkelerinde 100 bin civarında Süryani yaşıyor artık ve bunun büyük bölümü Stockholm’de yaşıyor. Midyat’ta artık sadece 3 bin civarında Süryani yaşıyor. 1915’te ermeni katliamı başladığında Midyat Süryanileri bunu çok ağır biçimde hissettiler. Olanları duyuyorlardı ama bu fermanın kendileri için olmadığına inanıyorlardı. Nitekim görüştükleri yerel yöneticiler bu fermanın onları kapsamadığına dair teminat veriyorlardı. Süryaniler de buna inanıyorlar ve rahatlıyordu. Ama yerel otoriteler, Arap ve Kürt aşiretleri tam da bu dönemde planlanmamış bir harekâta giriştiler. “

 

Konferans, www.ctp-bg.org adresindeki arşivden ulaşmak mümkün.

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1351 defa okunmuştur